11 Eylül 2010 Cumartesi

Yobo Öncesi ve Sonrası Fenerbahçe



Yobo'nun stoper nitelikleri aşağıdaki yazıdan az çok anlaşılmıştır ama yapacağı katkı hakkında öngörüde bulunabilmek için bunları Fenerbahçe'nin birikmiş sorunlarıyla ve mevcut yapısıyla eşleştirerek detaya inmekte fayda var.

Geçmişten Bugüne Fenerbahçe

Fenerbahçe gibi sürekli kazanma baskısı yaşayan ve kazanırken de kaliteli ve keyifli hücumun beklendiği hedef kulüpler için dominant bir oyun tarzı şart. Trend oyunda dominasyonun sağlanması için üç koşulun sağlanması gerekiyor. Topa hakim olmak, kaleyi kaleden uzakta savunarak oyunu olabildiğince dar alanda oynayabilmek ve hücum pres.

Fenerbahçe topa hakim olunan pas oyununun temelini Daum'un ilk döneminde atmış ve belirli oranda başarılı olmuştu. Topun kaptırıldığı zamanlarda rakip yarısahada Serhat, Tuncay ve devre arasında takıma katılan Nobre ile başlayan, Aurelio ve Serkan ile de ortasahadan desteklenen hücum pres sayesinde de takım tempo üretebiliyor ve kendisinden daha vasıfsız takımlar karşısında tartışılmaz bir hakimiyet kurabiliyordu. Appiah ve Anelka transferleriyle bu hakimiyet, Galatasaray ve Beşiktaş gibi ligin diğer hedef takımları karşısında da tartışılmaz bir boyuta ulaştı. Avrupa'da karşılaşılan daha nitelikli takımlar karşısında ise Servet - Luciano tandeminin yavaşlıkları hücumun ideal genişlikte oynanmasını engel oluyor ve Fenerbahçe özellikle deplasmanlarda pasifize olsa da; iç sahada bu ikilinin duran toplarda ürettikleri, Luciano'nun topla olan çıkışları ve Aurelio'nun efsaneleşen enerjik oyunu sayesinde Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi'nde o döneme kadar ki en yüksek puan toplamayı başarıyordu. Daum deplasmandaki Manchester United maçı hariç takımın bu yapısı üzerinde fazla deney yapmadı. United deplasmanında, Fatih Akyel'i hızından ötürü bekten merkeze kaydırıp savunmayı öne çıkararak, rakibini kendi yarı sahasına yaslamak gibi fazla cesur bir hayale daldı. Fatih Akyel'in stoper oyununu bilmemesi, teoride savunmayı güçlendirmek için geçilen ve sezon boyunca hiç denenmemiş 3'lü düzeni takımın oynayamamasının sonucu skorborda 6-2 olarak yansımıştı.

Zico'nun ilk senesi futbolun tekniğinden çok hocanın liderliği ve kulübün 100.yılından gelen mental güçle anlatılabilir. 2. yıl normalleşen kulüpte Semih'in merkez forvete geçişi ve Deivid'in sağ kenara yerleşmesiyle takımın pas kalitesi bir kademe daha gelişirken; 4-2-3-1'in forvetleri Deivid, Uğur, Alex ve Semih'in hücum pres yerine topun arkasına geçerek bekleyen tarzları, pres yükünu tamamen göbekteki Aurelio ve Deniz'e bindirdi. Takımın temposu bu yüzden düştü. Fakat öte yandan, Lugano ve Edu ikilisi ile savunma göbeğinin sınıf atlaması ve Edu'nun liderliğinde, takımın kaleden uzaklaşarak yaptığı savunmanın ideale yakın hücum genişliği sağlamasıyla, Fenerbahçe karşısında kim olursa olsun oyunu domine edebiliyordu. Rakiplerin oyun oynama isteğiyle verdiği boş alanlar da hücumun akmasına yardımcı oluyordu. Fenerbahçe bu nitelikleriyle Avrupa'da iyi hücum eden, fakat hücum pres zaafından ötürü kalesinde kontra goller görebilen zevkli bir takım oldu. Ligde ise hücum pres eksikliği, oyunu sürekli kendi sahasında kabul etmeye alışmış Anadolu takımları karşısında zaaf olmaktan çıkıyordu. Velakin rakiplerin boş alan bırakmaması ve hücum hattının yavaşlığı, takımın akıcılığı ve üretkenliğine ket vurarak, özellikle küçük maçlarda gol kısırlığı ve sürpriz puan kayıpları yaşatabiliyordu.

Aragones döneminde Deivid'in sakatlanması, Aurelio'nun ayrılıp yerinin doldurulamayışı ve Güiza/Semih tercihi önce takımın top hakimiyeti ve pas kalitesini düşürdü. Alex sırf bu yüzden ortasahaya yaklaştırıldı ama çözüm olmadı. Üstüne Edu'nun sakatlanmasıyla savunma kaleye yaklaştı ve hücum genişliği iyice arttı. Takımın hem fizikel kalitesinin hem de süratinin Josico, Maldonado ve Güiza ile sıfırın altına düşmesiyle kulüp son 5 sezondaki en kötü neticeleri elde etti.

II. Daum döneminde alınan Andre Santos ve Cristian takviyeleri ile Fenerbahçe yeniden topa hakim olmaya başladı. Edu'nun yerinin dolmayıp hantal ve dengesiz Bilica ile yola çıkılması hücum genişliği probleminin olduğu gibi kalmasına neden oldu. Lige 8'de 8 ile başlanmasına rağmen Fenerbahçe sahada yeterince dominant ve yetkin görünmüyordu. Andre Santos ve Cristian'ın düşen formları, Emre'nin sakatlık ve kartlarla süreksizleşen oyunuyla takım halinde uzun sürecek bir gerileme dönemine girildi. Bu süreçte Colin Kazım'ın disiplin sorunları sebebiyle takımdan aforoz edilişi ve Uğur'un da sakatlık yüzünden takımdaki yerini kaybetmesi, Daum'un oyunu dominasyon üzerine kurma ısrarını kırdı. Selçuk'un 11'e girmesiyle Fenerbahçe zamanında Parreira ile oynadığı, bu yaz da Dünya Kupası'nda Hollanda'nın temsil ettiği, geniş alanda tek yaratıcı üzerine kurulmuş ( Sneijder/Alex), sabır timsali bir oyuna geçiş yaptı. Düşük skorlu, keyif vermekten uzak ama kazanan bir takım oluştu. Fenerbahçe bu karakteriyle şampiyonluğu son haftaya kadar kovaladı.

Aykut Kocaman Dönemi



Aykut Kocaman gelir gelmez ilk iş olarak yavaşlayan kanatları hızlandırarak dominant bir oyuna geçmeyi denedi. Hantallık abidesi Lugano & Bilica tandeminin kaleye yaslanması, beklerin onlara uymak yerine hücum karakterlerinden taviz vermeyerek ortasahaya kadar çıkışları, tandemin kademe kaygısıyla yatayda açılmasına ve Cristian'ın liberolaşmasına sebep oldu. Emre'nin de önlenemez hücum pres güdüsüyle rakibi kendi sahasında karşılaması, 4-2-3-1'de yatayda aynı hat üzerinde paralele yakın oynaması gereken Cristian ile Emre'yi dikeyde aynı hat üzerinde bıraktı. Karşımıza da ortasahada 20 metrelik koca bir deliğin olduğu şu yukarıdaki gudubet ve hayli geniş saha yerleşimi ortaya çıktı. Fenerbahçe'nin bu klişeleşmiş 5 + 5 dizilişten bile daha saçma yerleşiminde, neredeyse 80'lerin süpürücüleri gibi oynayan Cristian gittikçe kifayetsizleşti. Emre'nin o deliği kapatmak için çırpınarak her maç adale çekmesiyle yerde sık sık kıvranması takım içinde bir ritüel haline geldi ama tek başına Emre yetmedi. Ortasahadaki deliği hep rakipler yamadılar. Trabzonspor gibi kapasiteli takımlardan tutun da Manisaspor gibi vasıfsız takımlara kadar istisnasız her rakip, biraz hızlı top çevirdiği an Fenerbahçe'nin içinden geçmekte zorlanmadı.

Bu sakil görüntüden haliyle hücum da etkilendi. Fenerbahçe, ortasahada Cristian ve Emre'nin birbirinden kopuk görüntüleri ve Lugano & Bilica tandeminin top kullanma becerisinin olmayışları sebebiyle geriden oyun kurmayı güçleştirdi. İş beklerin üzerine yıkıldı. Açıkta oynayan Özer/Stoch & Mehmet Topuz beklerin bu görevlerini kolaylaştırmak ve Andre Santos ile Gökhan Gönül'e kulvar açma güdüsüyle birer kenar oyuncusundan ziyade ortasahada oynayan bir iç oyuncusu gibi davrandılar. Ortasahadaki derin boşluk da bu karaktere çanak tuttu ve bu ikilinin merkeze yaptığı toplu/topsuz, başıboş ve taktik planın parçası olmaktan uzak katlar kanat hücumlarının sürekliliğini ve kalitesini düşürdü. Sol bekte oynayan Andre Santos'un fazla kilolarıyla gelen formsuzluğu kanat hücumlarının bütün yükünü Gökhan Gönül'e bıraktı.



Göbekten hücum etme çabalarında ise Alex ve Emre'nin Lugano - Bilica - Cristian üçlüsüne yaklaşarak takımın toplam mesafesini kısaltma çabaları da fark yaratamadı. Açıklar ortadaki boşluk dolunca kendilerini çizgiye attılar ve yukarıdaki senaryoda ortasahada Emre - Cristian arasında oluşan boşluk bu kez Alex - Niang arasında oluştu. Fenerbahçe oyununun merkezini rakip yarısahaya çekemeyerek hücumda hiçbir şey üretemeyen bir takım oldu. Bakınız PAOK maçı.

Yobo Etkisi

Futbolda dizilişler her zaman çok önemlidir. Oyunun teknik gelişimi açısından ar-ge zeminidir ama yukarıda altı çizilen nitelikler yerleşmediği sürece pek de fazla anlam ifade etmezler. Fenerbahçe gerideki Lugano & Bilica ikilisiyle istediği dizilişi oynasın rakiplerine dar alanda dominasyon kurma ihtimali çok düşük bir takım. İlerideki Stoch & Dia & Niang üçlüsünün karakteristiğiyle de çok çok olabileceği iyi bir kontra takımıydı. Alex'e de o hızlı kontra oyunu içinde yer bulmak pek kolay olmayacaktı. Alex'in dakikalarının azalması Aykut'un meydan okumaları olmasa dahi bu düzende sürpriz olmayacaktı.

Yobo transferi, tek başına kendisinin sahip olduğu atletik ve mental yetenekler sayesinde, Fenerbahçe'deki buna benzer ikilemleri ortadan kaldırabilecek ve hem dominant hem de hızlı bir takım olmasını sağlayabilecek çok değerli bir hamle.



Yobo, 190 boyundaki bir savunma oyuncusunda pek kolay rastlanmayacak eşsiz hızı ve çevikliğiyle tandemin hamle üstünlüğünü bir seviye yukarı çekecektir. Lugano & Bilica ikilisinde olmayan bu beceri yüzünden kaleye yaklaşan savunma, öne çıkarak kalenin kaleden uzakta savunulmasına ve sahada şu ana kadar görmediğimiz kompakt yerleşimin oluşmasına imkan verecektir.

Savunmanın öne çıkışının tetikleyeceği unsurlardan biri beklerin kademesi için açılan, Bilica'yı sol stoperlikten zaman zaman sol bekliğe kaydıran, Cristian'ı da liberolaştıran yerleşimin yok olarak rolleri netleştirmesi. Stoperlerin kanat bekleriyle, Cristian'ın da Emre ile arasındaki boşluğun makul seviyeye çekilmesi; Fenerbahçe'de bu sezon pek şahid olamadığımız yardımlaşmanın oturmasına katkıda bulunacaktır.

Bu gelişimden pozitif etkilenecek oyuncuların başında da Cristian geliyor. Aurelio ve Appiah gibi ikili mücadeleden ziyade alanı tutarak zekasıyla top çalan Cristian, mevcut yapıda hem ortasahanın hem de savunmanın merkezindeki delik yüzünden olması gerekenden daha fazla alanı kontrol etmek zorunda kalıyor ve bunu yapabilmek için tandemin içine kadar giriyor. Top çalma rakamları istatistik kağıdında çok gözükse de bu yeterli olmuyor ve Brezilyalının temastan kaçınan, hücuma destek vermeyen oyunu göze batıyordu. Yobo'nun katkısıyla modern bir görünüme kavuşacak saha içi yerleşimi Cristian'ı hayli rahatlatacaktır.Geldikten sonra sergilediği birkaç haftalık performansıyla " bu forma altında gördüğüm en iyi önlibero olma yolunda" ümidini yeniden yeşerteceğine dair inancım var. Yobo ile oluşacak yeni takımda Cristian'ın daha dar alanda, daha özgür bir yapıda enerjisini maksimum kullanarak hem savunmadaki görevlerini optimum düzeyde yapması hem de pas kalitesi ve uzaktan ut becerisiyle hücuma daha fazla destek vermesi olası.

Emre de daha az yorularak, toplu ve topsuz katlarında daha verimli olabilir. Şok presini daha sık ve etkili kullanılabilir. Şu haliyle, ortasahadaki boşluk yüzünden rahatlıkla açıkların kademesine giren rakip içler artık Emre ve Cristian'ı kontrol edeceği için açıkta oynayan Stoch, Dia, Mehmet ve Özer gibi oyuncular yaratıcılık kapasitelerini daha fazla sergileyebilir. Alex tek taraflı oyununa daha fazla odaklanabilir. Niang daha fazla pozisyona girebilir.

Bir tek Yobo'nun takımı olumlu anlamda bu kadar tersyüz edebileceğini düşündüğüm için beni fazla iyimser bulabilirsiniz. Yazıyı, geçmişten gelerek yaşanılan temel sorunları da yedirerek, bu kadar uzun tutmamın sebebi; transferden gözü dönmüş subjektif bir taraftar yorumu olmadığının idraki için. Geçen sezon Yobo'nun hızından çok şey götürmediyse eğer, olasılık olarak yazdığım teorik gerçekler zamanla kendini sahada pratikleştirecektir.

Bu akşam Kayseri maçında bu gelişimin ilk adımlarını göreceğimizi düşünüyorum.

Not: İlk 2 çizimde farkında olmadan 7 yabancı yazmışım. Tekrar çizmek zaman aldığı için değiştirmedim. Kombinasyonu size bırakıyorum, isimler değişse de 4-2-3-1'de görünüm değişmiyor nasılsa.

Kayserispor maçı sonrası edit: Bu kadar kararsız ve kifayetsiz bir teknik direktörle, bu derin ve parçaları birbirine uyan kadronun bile başarıya ulaşması zor. Aykut Kocaman'ın takımı dizilişlerin ötesinde alan paylaşmayı, pas almayı ve yardımlaşmayı bilmiyor.

Etiketler: ,

21 Yorum:

Blogger Okechukwu dedi ki...

stoperlerin savunmayı orta saha çizgisine taşıması fenerbahçe'nin oyun kimliği kazanması adına anahtar ve görsellerle beraber yapılan çok başarılı bir analiz ancak o formayı giyen her oyuncuya karşı mesafeli olmama ve ön libero mevkisinin oyuncu için çok zor ve de kritik olduğunu bilmeme karşın cristian için diziliş farketmeksizin benim futbol anlayışımda yer yok.
stoperlerle beklerin arasındaki mesafe, emre'nin çok ilerde basması ve takım arkadaşlarından aynı tarzı beklemesi, alex'in savunma yetersizliği vs. hepsi kabulüm ancak, cristian'ın ciddi bir mental problemi olduğunu düşünüyorum. sahanın tümüne hakim olabildiğiniz için tribünden daha net olarak görünen şu ki; cristian top fenerbahçe'de iken herhangi bir misyonu olmadığını düşünmekte ve gerekli pas alışverişi içine girmemek adına (bence) uzak durmakta toptan ve arkadaşlarından. top kazara ayağına geldiği vakit ise -selçuk kadar risk almaması kabulüm ancak- önünde kat edebileceği boş saha olsa bile zinhar dripling yapmayan ayaklarına prangalar vurulmuş bir futbol kölesi gibi...

11 Eylül 2010 18:22  
Blogger Nightwish Epica dedi ki...

Oncelikle muthis bir analiz oldugunu belirtmek isterim...Uzun zamandir hic bu kadar analitik bir Fenerbahce yorumu okumamistim...Okechukwu senin de yorumlarina bir olcude katilmama ragmen es gectigin bir nokta oldugunu dusunuyorum...Cizimlerde de gordugun gibi muthis bir bosluk olusmakta bu boslugu kapatmak da malesef tek bir kisiye yani baroniye dusuyor simdi herkes gibi sen de hali sahada top oynamissindir eger buyuk bir alanda savunma sadece sana kalirsa sen de geriye cekilir gucunu sadece savunmakta kullanir ve geriden oyunu seyredersin hele de formsuzsan biraz...Simdi dusun ki bu adamin oynadigi alan 70 metrelik bir bolge tum bu bolgeyi savunup ustune bir de hucuma kalkmak inan ki cok zor buna Stamina abidesi Gerrard in bile dayanabilecegini sanmiyorum kaldi ki Cristianin o kadar fizik gucu yok...Daha cok akliyla oynayan bir oyuncu eger dikkat edersen zaman zaman ileri cikabiliyor ve guzel kontra paslar verebiliyor ama gunumuz kosullarinda bu sistemle herseyi yapabilmesi imkansiz...Her ne kadar o mevkide bu formanin degerine uygun bir oyuncu gormek istesem de az once dedigim gibi Gerrard bile gelse tum rakip ortasahayi zapdetmesi ve de oyuna katilmasi imkansiz gibi geliyor bana umarim yakin zamanda defans blogumuz ve on alan presimiz daha etkin hale gelir ve gobekteki oyuncularimizin gercek gucunu gorebiliriz....Saygilarimla...

11 Eylül 2010 19:02  
Blogger Tuncer YILDIZ dedi ki...

http://iktibaslar.files.wordpress.com/2007/08/iyimser.jpg

12 Eylül 2010 02:00  
Blogger nadas dedi ki...

Fenerbahçe'nin orta sahasındaki en önemli problemin,yaygın kanının aksine, Emre'den kaynaklandığını düşünüyorum. Emre pozisyonunun gerektirdiği alanları kullanmıyor-doldurmuyor ve oyun içi devamlılığı problemli. Temelde, oyun içinde zaman zaman parlamalara dayalı bir tarzı var ve bu tarzın bir takımda kullanılabileceği pozisyonlar, hücüm pozisyonları olabilir. 4-2-3-1 in üçlüsünde yani.Ortada oynayan ikili ise takımın dengesini,devamlılığını ve dayanıklılığını belirler.

Hücum alanında yaptığı şok preslerle,parlayan ama sürekli olması imkansız olan çırpınışlarıyla seyircinin hoşlandığı bu tarzın takımın bütünlüğüne ve dengesine hiç bir katkısı yok. Aynı pozisyonda oynayan Scheweinsteiger'ın Almanya milli takımında oynadığı oyuna bakarsak bunu rahatlıkla görebiliriz.

Edu konusu şahane olmuş.Haksızlık edilenlerin laneti mi demeli karma mı? Edu'dan vazgeçip Bilica'yı alan bir takımın aklı ve organizasyonu hakkında konuşmak saçma. otuz yaşında,futbol hayatı boyunca vasat altı takımlarda gezgin bir kariyer edinmiş bir adamdan bahsediyoruz. Üstelik,son durağı olan Sivas ile ne taktik ne de stratejik açıdan hiç bir benzerlik taşımayan bir oyun oynuyoruz. Böyle bir transfer neden yapılır?

Chirstian ise kendi tipinde iyi bir ön libero,örneğin ispanya liginde oldukça saygı görebilir fakat bizim ligimiz için daha hamleli ve müdahaleci oyuncular gerekiyor, hele yanında Emre gibi savunma katkısı aslında göründüğü kadar olmayan bir oyuncu olduğunda.

12 Eylül 2010 02:06  
Blogger Alper Öcal dedi ki...

@nadas

Emre ile ilgili ayrıca bir yazı yazmak lazım aslında. Karakterini es geçiyorum, sahadaki bütün hiyerarşiyi bozan, Cristian'ı haddinden fazla kötü gösteren, alan paylaşımını yalan eden oyuncuların başında geliyor Emre. Daum zamanında bu kadar başına buyruk oynamıyordu. Aykut Kocaman gelince hiç sınır tanımaz oldu.

Başı kesilmiş tavuk gibi koştuğu için taraftarın gözüne hoş geliyor. Oysa hiçbir zaman en çok mesafe kateden oyunculardan olmamıştır. Devamlılığı yok tespitin doğru. Tuncay ve Appiah da böyle göz boyayıcı presler yapardı ama görevlerini aksatmazlardı, düzeni bozmazlardı.

Öte yandan, kateden başka oyuncu olmadığı için ortasahada mahkumsun Emre'ye. Aslına Özer ve Topuz içte kullanılabilir ama hoca düşünmüyor. düşündüğünde de bugün yaptığı gibi en olmayacak yerde, savunmanın önünde önlibero diye oynatıyor.

12 Eylül 2010 02:56  
Blogger Sekhranikos dedi ki...

Daumu özledim sanırsam. Taktiğinden tekniğinden geçtim onun zamanındaki 90. dakikada yenik olsak bile takımın gücünü hissedip atarız halini özledim. 3-3 lük shalke maçındaki her yenik duruma düştüğümüzdeki bişi olma bu takım atar halini özledim.

12 Eylül 2010 11:10  
Blogger nadas dedi ki...

@ alper öcal
Emre böyle oynadığı müddetçe orta sahadaki sorunun çözülebileceğini düşünmüyorum.Bunun dışında eldeki oyuncu mevcudu ve Türkiye ligi şartları nedeniyle Aykut Kocaman'ın hayallerini hakikate dönüştürmesinin imkansıza yakın olduğuna inansam da, önde oynayan, sürekli zorlayan ve baskı kuran bir takım oluşturmanın nasıl bir süreç gerektirdiğini ve bu sürecin nasıl riskler barındırdığını Beşiktaş bir model olarak bize sunuyor. Önde oynamak istiyorsan savunmayı risk ne olursa olsun, orta saha çizgisine çıkaracaksın. Eldeki oyuncuların bunu yapamayacağını düşünüyorsan ve risklerden uzak durmak istiyorsan oyunun merkezini geride kuracaksın. Fenerbahçe savunmam geride kalsın ama ben ileride oynayayım diyen bir futbol karikatürü gibi. Doğal olarak gerçekleşmiyor bu ve takım kendi kendine ikiye bölünüyor ortasında kocaman yarıkla. İhaleyse sıklıkla Alex'e ve ikiye bölünmüş takımın ortasında kalan Christian'a kalıyor.

12 Eylül 2010 15:51  
Blogger nadas dedi ki...

Aykut Kocaman'ın beyanatlarından anladığımız kadarıyla sadece öndeki oyuncuların devamlılığından ve enerjisinden şikayetçi gibi duruyor. Beşiktaş'ın önde oynayan üçlülerinin pres gücüne ve savunma katkısına bakarsak Aykut Kocaman'ın hayallerindeki gibi değiller hele Fenerbahçe'deki muadillerinden bu bakımdan ileride hiç değiller ama gene de önde oynuyorlar-oynayabiliyorlar, Schuster planı olan bir teknik direktör gibi seçimlerini yapıyor ve arkasında duruyor. Bolca pozisyon veriyorlar ama umudu muhtemelen bunun zaman içerisinde çalışmayla ve uyumun artmasıyla çözüleceği yolunda. Ama adamın bir planı ve bu planın sahada nasıl uygulanacağına dair akli bir iradesi var bkz. Ferrari meselesi.

Aykut Kocaman ile ilgili en büyük hayal kırıklığım bu kendi adıma: bir planı yokmuş. Alex mevzusu bile bunun işaretlerini barındırıyordu. İstemediği her beyanatından anlaşılıyor ama vazgeçemiyor da.Yanlış anımsamıyorsam altıncı haftaya kadar yeni planlarını deneyeceklerini bir sonuç alamazsa eski plana geri döneceklerini söylemişliği de mevcut.

Yobo transferinin, eğer Yobo iyi durumdaysa, yazındaki etkiyi göstereceğini düşünüyorum ama bir teknik adamın basın toplantılarında anlattığı oyunu oynayabilmesi adına en elzem olan parçalardan birini transferin son günü alması, o teknik adamın bir planı olup olmadığı ve dahası bu planın nasıl uygulanacağı konusunda bir fikri var mı diye düşündürtüyor.

12 Eylül 2010 15:52  
Blogger nadas dedi ki...

Son dakikada şampiyonluğu kaçırmış -ki bazı pozisyonlarda gerekli rotasyona sahip değilken-, bir takıma devrim değil biraz akıl ve işleyişte sorumluluk alacak parçalar-transferler gerekiyordu sadece. Geldiğimiz noktada artık bir işleyişten de bahsetmek zor,herkesin zihninde Zico'lu günlerden kalma biri iyimserlik duasından başka bir şey yok. Medyada Rıdvan benzerlerinin seyircinin aklına kazıdığı hayalden başka anlamı olmayan bir abluka futbolunu gerçekleştirmek için kendine rol biçmesi Aykut Kocaman'ın çıkmazı oldu sanırım. Geçen sezonun sonunda oynanan Trabzon maçındaki gibi bir futbol ancak parmak sayısıyla maçta oynanabilir. Sezon planlanmasında dikkate bile alınmaz. Günlük koşullar ve formlarla erişilebilir öylesi bir kaç maça ama gerisini beklemek ve amaçlamak sadece daha geriye götürür.

12 Eylül 2010 15:52  
Blogger TA dedi ki...

alper kardeşim modern zamanlarda oyunu dominant etmek diye birşey kaldı mı?(barcanın dışında)

zaten gs ve fb nin hatta bjk nin düştüğü en önemli hatalardan biridir bu.modern futbolda çok iyi dediğimiz takımların topa sahip olma oranı yüzde 55 leri geçmez.bu iyi takımların derdi değil topa sahip olmak ve oyunu dominant etmek.

o devirler geçti artık.her takımın standart belli bir kalitesi var.

modern futbolda gollerin çoğu ya rakibi dengesiz yakalayarak yada kontrataklardan geliyor.yani rakibin topla oynaması olumsuz bir vakıa değil.geçen sene daum bunu gösterdi.keza ertuğrul sağlamda.bunlar 1-2 oldular.hatta 2.yarı fenerin çok sakat ve eksik olmasına rağmen.
misal bursaspor maç boyu oyuna hakim mi?sabırla oynuyorlar.oyun ortada.oyunun ortada olması bursaspor için bir avantaj.
misal sivasspor başarılı olduğu zamanlarda maçlar hep ortada idi.taki bülent uygun oyunu dominant etmeye kalkışıncaya kadar.

bu sadece ''küçük'' takım için sözkonusu değildir.realide çelsiside interide hep benzer şekilde oynarlar.(barca hariç).
dün akşam real oyuna hakimmiydi?
oyun her zaman ortada(orta sahada)geçer ama bir taraf diğerine üstünlük sağlar(kaliteli olan).

oyunu rakip sahaya yığmak modern futbolda yeri yok.bu ancak maçın belli anlarında yapılır.ben oyunu rakip sahada oynayacağım diye sahaya çıkamazsın.yani rakip yarı sahasında devamlı pres yapamazsın.

oyun 40 metrede oynanır modern futbolda. 1.bölge 40 metresi(hem büyük hem küçük takımların oyunu) 2.bölge 40 metresi(büyük takımların oyunu) ve 3. bölge 40 metresi(barca oyunu)

modern futbolda büyük takımlar 0-0 ı cepte bilirler.ve 90 dakika sabırla oynarlar.ve birşekilde kaliteleri ile skoru alırlar.anadolu takımları kadar mücadele ederler ama anadolu takımlarında olmayan yetenek ile işi bitirirler.ör bursaspor.

geçen sene fb örneğide verilebilir .mücadele + yeteneklerle skora ulaşmak.modern futbolun gerçeğidir bu.

fenerbahçenin taktik haricinde sorunuda aykut kocamanın liderlik vasıflarının olmamasıdır.takımdaki oyuncularla teknik adam arasında uyum yok.

12 Eylül 2010 17:31  
Blogger TA dedi ki...

şunuda eklemek lazım luceli gs ş.liginde çeyrek final oynarken oyunu 3. bölgede mi oynuyordu? zicolu fenerbahçe ş.liginde çeyrek final oynarken oyuncu 3. bölgede mi oynamak istiyordu? mourinho lu inter ş.ligini kazanırken? hayır.

modern futbolda rakibin topla oynaması olumsuz bir vakıa değil takımlar için.önemli olan rakip topla oynarken hem iyi savunmak hemde aynı anda hücum pozisyonu almak.

12 Eylül 2010 17:37  
Blogger Alper Öcal dedi ki...

@TA

Kaldı elbette.

Kendisine büyük sıfatı layık görülen her takımdan, kendisinden düşük kalitedeki takımlar karşısında istisnasız oyunu rakip yarısahada daha fazla oynaması, daha çok topa sahip olması beklenir.

Öyle de olması gerekir. Liglerini şampiyon bitirmeyi gelenekselleştirmiş her takımın oyuna bakışı böyledir ve buna göre kadro kurarlar. Sahada farklı durmanın tek yolu bu çünkü. İstediğin ligi ve takımı referans al.Bu tarzı oturtamayanların başarıları kalıcı olmuyor zaten.

Bursa, Sivas, 2001-02 sezonunda CL'de oynayan Galatasaray, geçen sene ki Inter gibi takımların hepsi yarışmalara underdog olarak başladı ve doğal olarak bahsettiğin tarzı seçtiler.

Fakat o başarıların gelenekselleşmesi için girilmesi gereken yol dominant oyundur. Aynı yahut yakın seviyedeki takımlar karşısında değil ama daha düşük profilli takımlar karşısında bu beklenir. O yolda istikrarı yakalayamazlarsa kalıcı da olamazlar zaten. Olamıyorlar da.

12 Eylül 2010 23:35  
Blogger aspayze dedi ki...

Hemen her noktasında hem fikir olduğum muhteşem bir analiz. Bu kadarını şu ana değin hiçbir spor yazarı yazmayı beceremedi. Seni tebrik ederim.

Birkaç küçük ilavem var.
Geçen yıl bu takımın eksiğinin ne olduğu söyleniyordu hemen herkes tarafından;
Öncelikle hücum yönü çok güçlü olan beklerin önünü kapatabilecek, kendi kanadından sıfıra inme becerisine sahip ve ceza sahasına girip forvete yardımcı olabilecek, toplamda en az 15 gol atacak iki(sağ-sol orta saha)kenar adamı.
Sonra, rakip stoperleri yerine çakacak, güçlü kuvvetli, Alex'in pres eksiğini giderecek ve sistemin işlemesini sağlayacak, aynı zamanda da gol atacak bir merkez forvet.
Son olarak, ayarsız ve geri kaçarak oynayan Bilica'nın yerine defans çizgisini öne çıkaracak, duran toplardaki üstünlüğümüzü geri getirecek hava hakimiyetine sahip bir defans kaptanı.

Peki bunların hangisi alındı. Bence hiçbirisi.
Sola alınan Stoch çok iyi bir oyuncu olabilir ama bizim sol kanat için istediğimiz niteliklerin neredeyse hiçbirisine sahip değil. Hatta bizim oynama ihtimalimizin bile bulunmadığı 4-3-3 dışında bir sistemde başarılı olması pekte mümkün olmayan bir oyuncu.
Dia, içinde iyi oyuncu diyorlar. Ben seyretmedim çünkü hiç oynamıyor zaten. Sözde sağ kanat için alındı ama Nancy'nin sitesinde forvet diye tanıtılıyor, parantez içerisinde ofansif orta oynayabilir deniyor. Ama hiçbir yerde bizim aradığımız niteliklere uygun bir sağ kanat olduğuna dair bir bilgi yok. İzlediğim youtube görüntülerinde de sağ kanatta oynadığına dair bir izlenimim olmadı. Bizde dakika aldığı kısa sürelerde dengesiz ve top kontrolü çok iyi olmayan bir oyuncu görüntüsü vardı. Fakat bunların hiçbirisi kesin yargı değil çünkü adam oynamıyor.

Niang bunların arasında son konuşulacak kişidir. Ama sen yazdın tam anlamıyla bir merkez forvet olmadığını ki 1.78'lik bir merkez forvetin 1.90'lık stoperleri ne kadar zorlayabileceği zaten soru işareti.

Peki Bilica'nın yerine defans göbeği ne oldu? Bir duyduk ki memleketin tüm önemli Fenerbahçeli spor yazarlarına Bilica benim bir tanem, Lille maçından sonra benim değişmezim oldu demiş Hoca. Zaten hocalık çapı konusunda çok fazlası ile kuşkularım vardı. Bunları okumam benim için son nokta oldu.
Bu arada berbat oyun ve kayıplar devam etti, 3 hafta sonra değişmez eleman Bilica'yı tribüne gönderecek Yobo transferi yapıldı. Şimdi bu ne perhiz bu ne lahana turşusu?
Eğri oturup doğru konuşalım; Aykut Kocaman'ı Fenerbahçe'nin başına getirmek ciddi bir yanlıştır. Hatasından dönüp Daum'u geri getiren Aziz Yıldırım'ıda muhtemelen bir şekilde etkileyip Daum'un tekrar gönderilmesine sebep oldu. Ne yazık ki bunu çılgınca alkışlayan bir seyirci profiline sahibiz. Ama lamı cimi yok; eğer Aykut hocadan kurtulup gerçek bir TD'yi takımın başına getirmezlerse sadece bu yılımız değil önümüzdeki yıllarda gidecek. Aykut Hoca'nın takımda birkaç ay daha kalması takımın kimyasını geri dönülmez biçimde bozacaktır. Bu yıl zaten heba oldu, bari geleceğimizi kurtaralım.

13 Eylül 2010 15:41  
Blogger TA dedi ki...

ingilteredeki liverpool -trabzonspor maçı örnek gösterilebilir.maç ortadaydı.liverpool ben liverpoolum rakip kim olursa olsun oyunu 3. bölgede oynarım demedi.ve sabırlı oynadı.golde 2. bölgede kaptırılan topla aniden geldi.

mustafa denizli dönemindeki inönüde oynanan beşiktaş-manu maçıda benzer bir örnektir.yine ortada geçen bir maç.manu gibi bir takım bile sabırlı oynadı.maç sonrası yorumlar liverpool-ts maçından sonraki yorumlara benzerdir.başabaş oynadık.manuda liverpoolda sabırlı oynadı.rakibin üzerine çullanmadılar.

bunlar büyük takımlar ama rakibede saygı duyarlar her zaman.

13 Eylül 2010 17:27  
Blogger İsmail Şayan dedi ki...

@ TA

izninizle şu yargınıza ben de kendimce yanıt vereyim:

"alper kardeşim modern zamanlarda oyunu dominant etmek diye birşey kaldı mı?(barcanın dışında)"

Şimdi:

Kaldı ve kalmak zorunda, sonsuza kadar da olacak gibi görünüyor. Eğer kazanması gerken takımsanız, aslında buna çoğu zaman rakip zorlayacaktır sizi. Oyunun temel ilkelerinin gereği olarak tabii ki.

Oyunu 40 metrede ya da daha da dar alanda oynayabilmek modern futbolun değil, futbolun temel ilkesidir. 1920'lerde dahi böyle oynanıyordu. Hatta Newcastle savunmacısı Billy McCracken işin cılkını çıkarınca ofsayt kuralında değişikliğe dahi gidilmişti. Kontrol edilmesi gereken alanı daraltmak basit mantığın gereği savunmada işleri kolaylaştıracaktır ve bu da sizi oyunun oynandığı alanı daraltmaya yöneltir.

Savunma yapan takım savunmasını kolaylaştırmak, rakibin boş alan bulma olasılığını azaltmak, kendi organizasyonunu akıcılaştırmak için her zaman alanı daraltır. Temel ilke, top rakibinizdeyken alanı olabildiğince daraltıp top kendinize geçtiğinde olabildiğince hızlı bir biçimde genişletebilmektir. Bunu bütün takımlar yapabildiğince uygulamaya çalışır.

Savunma ağırlıklı oynaması gereken takım da alanı daraltmak isteyecek, rakibine hücum geliştirmek için yeteneğini ve yaratıcılığını kullanabileceği zamanı-alanı bırakmamaya çalışacaktır. Bunun için de rakibin hareket alanını daraltmak isteyecek, böylelikle kendi savunma müdahalesi süresini de minimize etmeye çalışacaktır(Genişçe bir parantez açalım burada. Rakip oyuncuyu 10 metre öteden savunursam ona topu kontrol etmesi ve hamlesini planlaması için kendimin 10 metreyi katedene kadar kullanacağım zamanı da vermiş olurum). Parantez öncesinden devam edersek bu ilkeyi uygulama gerekliliği, zorunlu olarak onları kendi kalelerine yakınlaştırır. Böylece kontrol edilmesi gereken alanı 30-35 metrede tutabilmiş olurlar. Şu noktada, hedefinin her zaman galibiyet olması beklenen, bir başka deyişle şampiyonluğu hedefleyen bir takımsanız böyle rakiplerle sık sık karşıya geleceksiniz demektir. Dolayısıyla savunması gereken alanı daraltabilmek için savunmasını geride kuracak olan bu takımlara karşı oyunu önde oynamayı bilmeniz, bunu becerebilmeniz elzemdir. Buradan becerilerin dar alanda sergilenebileceği düzeni oturtma zorunluluğuna varırsınız. Yani kısaca, otuz maçın yirmisinden fazlasında rakibiniz kendi savunma güvenliğini daha üst düzeye taşıyabilmek için alanı daraltabilmek adına savunmasını daha geride kuracaksa sizin de önde oynamayı becerebilmeniz gerekecektir. Bunu yaparken, rakibinizin dar alanda size oranla daha kolay yapacağı işin benzerini yapmak, yani siz de tek blok halinde öne çıkmak zorundasınız. Çünkü belirttiğimiz üzere temel prensip top rakipteyken alanı daraltmak, top size geçtiğinde olabildiğince hızlı bir şekilde genişletmeye çalışmaktır. Önde oynar iken topun rakibinize geçmesi durumunda alanı hemen oracıkta daraltmanız gerekmektedir ki rakibiniz kotralarla sizi kolayca vurmasın. Bu yüzden sizin de blok halinde, tıpkı rakibiniz gibi 30-35 metrede hareket etmeniz gerekmektedir. Bu prensip, futbolun başlangıcından beri demeyelim ama futbolda henüz yirminci yüzyıla dahi girmeden kavranmış bir gerçektir. Domine etme meselesine gelince: Rakip arkada kapandığı zaman şans topunda şansınıza pek güvenemiyorsanız ya da her seferinde işi şansa bırakmak istemiyorsanız size zaten bahsedilen şekilde oynamayı becerebilmek dışında pek başka seçenek kalmıyor.

Burada ikiye bölmek zorundaymışım. Devamı var.

13 Eylül 2010 22:41  
Blogger İsmail Şayan dedi ki...

Yukarısı çok kabaca işin teorik kısmı. Pratikte ise örnek verdiğiniz takımları aynen ben de kendi örneklerim olarak kullanabilir, hatta bu takımların sayısını daha da arttırabilirim. Örneğin, United'ı bir lig maçında kendi evinde Wigan, Stoke, Blackpool gibi bir takıma karşı izlemenizi önerebilirim. Ya da Chelsea'yi. Ya da geçen yılki Liverpool'u. Ya da Mourinho'nun İnter'ini izleyebilseydik keşke beraber kendi evinde. İki ayaklı maçlarda değil, lig maçında ama. Ya da Bayern'i. Veya kendi liginin belirtilen ayarda bir takımına karşı Real'i. Ya da Arsenal, içeride dışarıda pek farketmeden. Dikkatle baktığımızda oyunun gerek baskıyı kuran gerek baskı altındaki tarafında hep aynı ilkenin işletilmeye çalışıldığını görürüz: Top rakibe geçtiğinde alanı olabildiğince daraltıp kendimize geçtiğinde olabildiğince hızlı bir şekilde genişleterek kullanmaya çalışmak. Saydığımız örneklerdeki ortak nokta ise şu: Bunlar liglerinin her daim zirvesinde olmak isteyen takımları. Ancak bu takımlar, şampiyonlar ligi gibi daha farklı bir lig stratejisi veya iki ayaklı kupa elemeleri gibi maçlarda doğal olarak daha farklı stratejiler izleyeceklerdir ki verdiğiniz örneklerin hep bu kulvarlarda olması bence sizin de dikkatinizi çekmeli, üzerine düşündürtmeli.

Ama Lugano Halep'te Emre Şam'da olunca o temel ilkemizi uygulama şansı kalmıyor. Öne çıktığınızda rakibi top kendisine geçtiğinde alanı genişletmeye çabalamak derdinden kurtarmış oluyorsunuz, ortada maşallah İsrailli bir aileyi rahatlıkla geçindirecek kadar tarım arazisi var(o yukarı doğru büyüyen meyve sebzelerden parayı kırarlar). Rakip o bölgeyi istediği gibi ekip biçiyor, klasik ifade ile o bölgede ataklarını "olgunlaştırıyor".

Alper'in yazısı da bunun irdelemiş. Yazı için bir şey söylemeyeyim ama edit kısmını çok beğendim :)

Umarım meselenin temel çıkış noktasını ve doğurduğu temel manzarayı yeterince açık ifade edebilmişimdir.

13 Eylül 2010 22:43  
Blogger Seçkin Deniz dedi ki...

çok güzel bir değerlendirme. aa evet öyle diye okudum:)

Anneanne usulü notebook testi

17 Eylül 2010 18:47  
Blogger kuntiz dedi ki...

Afedersiniz ama bi söz vardır: “Eşeğe altın semer vursan, eşek yine eşektir” diye.. gerçekten benim de son zamanlarda okuduğum en ikna edici yazılardan birisi, teşekkür ediyorum.. semer meselesine dönecek olursak, şunu demek istemiştim: saha içi yerleşiminiz ne kadar iyi olursa olsun, elinizdeki malzeme-yani futbolcular- problemliyse o yerleşim de eninde sonunda havada kalıyor.. bahsetmiş olduğunuz daum dönemiyle alakalı serhat, Tuncay, nobre, aurelio, Serkan, örneklerini düşününce insanın aklına bazı soru işaretleri gelmiyor değil?! Serkan Balcı’yı ele alalım mesela, nedir işte ayağı çok düzgün değildir, futbolculuğu sınırlıdır ama, oyun içinde devamlıdır, tempolu oyuna ayak uydurur rahatlıkla, arkasındaki stoper, solundaki ortasaha oyuncusu ve önündeki kanat oyuncuyla bütünleşebildiğini söyleyebilirim kendi adıma.. iyi yer tutar falan.. fenerbahçe’nin şu an oynayan solbekini düşünelim bi de, futbolculuk, teknik kapasite olarak serkandan iyidir tamam ama oyun içinde devamlılığı var mıdır derseniz şöyle bi düşünürüm.. geçen sezon ligin ilk yarısında hücum yönüyle konuşuldu, ama arkasında oynayan oyuncuyla geniş boşluklar falan filan oluşmuştu, ligin ikinci yarısı sol bek oynadı defansif olarak başarılıydı fakat, ileri çıkıp çok fazla bindirme yaptığını, göremedik, sırıtmadı bölgesinde.. ama ne kadar tempolu? oyun içinde ne kadar devamlı? ne kadar iyi bi sol açık ya da ne kadar iyi bi sol bek anlayamadım ben.. bursaspor’a verilen vederson bile iddia ediyorum santos’tan kat be kat tempolu oyuna yatkın bi oyuncu, Serkan balcı da öyle.. roberto carlos en ölü haliyle bile hep oyun içinde vardı sıcaktı.. sınırlı da olsa devamlılık açısından santosla kıyasladığımızda çok daha iyi.. diğer oyunculara girersek uzayacak epey.. hazırlık kampında iyi çalışmamış (mental), sorumluluk almadığı maçları çoğaltmaya başlayan bi emre belozoğlu (çok önemli oyuncudur), oyun görüşü zayıf, ikili mücadelelerden uzak, topla rakip arasına çok girmeyen, basit oynayabilen fakat dikine oyunda çok havada kalan, daha çok alan savunması şeklinde rakibe eskortluk yaparak vücut bulan bi oyun anlayışına sahip bi baroni (oyun görüşü gerçekten çok zayıf) sahadaki dizilişin etkisi elbette var ama o bölge de daha farklı deneyler yapılmalı bence.. yine çok süratli ama bu sürati top ayağındayken gösteren , ne kadar süratli olsa da tempolu oyuna çok uzak bi dia… kayseri maçında çizgiye yapışan bi stoch (alex ve arkasındaki oyuncuya çok uzaktı- boyumuz biraz daha uzadı, beğendiğim maçları var) alex’ten çok bahsetmicem.. uğur boral mesela, tempolu oyuna yatkın bi oyuncu, gider gelir, önde basar, çizgiye iner, orta yapar, fena da değil ortaları.. belki sınırlıdır.. ama devamlıdır hep.. inter maçında yelpaze gibi açılıp kapanırken bu takım makine gibi işlerken bu saydığımız oyuncular vardı takımda.. zico’nun çok üstün bi futbol felsefesi mi vardı, emin değilim.. çok seviyoruz elbette zico’yu yanlış anlaşılmasın.. fizik olarak zaten zayıf takım. sadece Aykut Kocaman olmamalı bu işin muhatabı diye düşünüyorum.. çok hassas bi kadrosu var takımın.. biraz daha zaman verilmeli diye düşünüyorum Aykut Kocaman’a.. bu takımı dönüştürmek gerçekten kolay değil.. Beşiktaş ve schuster örneği verilmiş, inanın çok farklı iki yapı.. Fenerbahçe çok değişik bi camia.. ben Aykut kocamana yeterli şans verilirse iyi bi karışım çıkacağına inanıyorum.. daha bahsetmediğimiz o kadar çok şey var ki.. uzun oldu ama yüzeysel oldu yine de.. bakalım zaman ne gösterecek.. bu zihin açıcı, olgun ve olgunlaştırıcı yazı için teşekkürler tekrar..

23 Eylül 2010 23:03  
Blogger Sıradanbirblog dedi ki...

Aykut Kocaman'ın bu sene yaptığı transfeler, önceki yıllara göre maliyet ve kalite açısından çok başarılı.
Dia, Stoch ve Niang hücum anlamında Fenerbahçe'ye çok büyük katkılar yapabilirler ve görev aldıkları maçlarda yapıyorlar. Ancak anlaşılmaz bir şekilde geçen sene takıma önemli katkılar yapan oyuncular kötü performans sergiliyorlar.
Geçen senenin büyük bölümünde bazı dalgalanmalara rağmen takıma katkı yapan Alex ve Blica bu yıl çok kötü oynuyorlar.
Elbette Alex için yıllar geçiyor ve Bilica'da her zaman hata yapardı, ama bu yıl bunun ötesinde kötüler.
Ve gelinen nokta, artık Bilica için çok geç. Alex ise 6 haftadır takıma ihanet edicek kadar kötü oynuyor. Geçen senede koşmazdı diyenlere özel olarak söylüyorum. Geçen yılın yarısı kadar oynasa idi, Avrupa'da devam ediyorduk, ligdede ikinci idik.
Bu oyuncunun geçmişine bakarak onun üstüne Aykut Kocaman'ı eleştirenlere yazıyorum.
Geçen seneden bir kaç maçta Alex'i izleyin.
Son 5 yıldaki katkılarını asla unutmayacağız, ama bu yıl takımımızı sabote ediyor. Çünkü takımımızda onun şimdiki seviyesinin üstünde yıldızlar var. Geçen yılda Emre vardı ancak aldıkları roller çok farklı olduğu için, Emre'den yararlanıyordu. Şimdi Stoch, Niang ve Dia var. Fenerbahçe Alex'in rahatı kaçmasın diye Nobre'lerle devam edemez. Geldi, Pier'den bayrağı aldı ve hizmet etti. Şimdi yardımcı ve tamamlayacı rolü kabul eder ve oynar. Yada yarattığı efsaneyi karalar.
Aykut Kocaman.
Paranın ve profesyonelliğin ötesinde,
bizim gibi
bizim gibi
bizim gibi
Fenerbahçeli.
Dia 7 milyon euro, Stoch 5.5 milyon Euro, Niang 8 milyon Euro. Komisyonsuz temiz transferler.
Popülerite ve para için değil,
samimi ve Fenerbahçe için kararlar.
Onun adı Aykut Kocaman.
Kıskananlar, talihsizlikler, sakatlıklar ve yönetim engellemez ise,
gelecek 5 yıl,
yıllarca unutulmayacak efsane bir takım,
efsane bir hoca
izleyebiliriz.
Fenerbahçenin bu potansiyeli var.
Ve artık bu potansiyeli gerçek bir Fenerbahçeli yönetiyor.
Onun adı Aykut Kocaman.
Bu böyle biline...

28 Eylül 2010 19:30  
Blogger Alper Öcal dedi ki...

@T.S.

Futbol yorumlarına duyuyorum, tartışırız da ama bir şeyi tartışmam. Gerçeğini bilmem de Aykut Kocaman benim gibi Fenerbahçeli değil. Aziz Yıldırım da değil. Bu adamlar Fenerbahçe için lütuf da değil.

Bu da böyle bilinsin.

29 Eylül 2010 16:47  
Blogger Unknown dedi ki...

noldu birader iki iyi sonuç geldi sustun kaldın?
bu sefer lafı "ben dedim oldu"ya getirmen için 8 paragraf yetmez yalnız söyliyim.
kararsız ve kıfayetsiz blogçu senii...

3 Ekim 2010 06:08  

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa