16 Aralık 2007 Pazar

FUTBOL AŞKINA




Resimde görüldüğü üzere pek yaygın olmadığı Asya topraklarındaki çocukların dahi yürümeye başlayıp dengede durabildikleri an kendilerini kaptırdıkları futbol, sahadaki ve stadyumdaki derin romantizminden gitgide uzaklaşıp endüstrideki tepe noktasına her geçen gün daha da yakınlaşsa da biz gibi onu kutsal bir yere koyanlar için hala aynı romantizmle varoluşunu sürdürmekte, heryerde her koşulda icra edilebilmekte.

Bizlerin üzerine giydiği fanatizmden haberleri de yok üstelik.

Virtüözlerin süslü bebeği Steve Vai'nin For The Love Of God adında enfes bir parçası vardır, her dinleyisimde içimde uyanan şey en sevdiklerim olur ve futbol elbette. Sokaklarda futbol ile tanışmamı hatırlamıyorum ama tribündekini hatırlıyorum.

Konyalı olmam ötürüyle tribündeki yerimi, şehrimin takımının ilk kez 1. Lig'e çıktığı 1988-89 sezonunda henüz 6 yaşındayken almıştım. 196'lık babamın omuzlarında, itiş kakış içerisinde ilk girdiğimde ne olduğunu anlamadığım, adının sonradan velodrom olduğunu öğreneceğim birşeye de sahip stadyumda o zaman kadar hiç görmediğim bir kalabalığı görmüştüm. Onca insanın hep bir ağızdan neden bağırdığını da anlamamıştım.

Damalı, yeşil beyaz ve parlak bir kıyafeti olan bir adam koştura koştura iki kapalı tribün arasında gidip geldikten sonra, sahanın ortasına geliyor ve bir garip el kol hareketi yaptıktan sonra, o sırada çekirdek çitleyen binlerce insan bir anda "yişil beyaz, yişil beyaz en büyük Gonya" diye bağırmaya başlıyordu. Bir tanesi benim kafamda olmak üzere, neredeyse herkesin kafasında yeşil beyaz kartondan şapkalar, kıçlarının altında beyaz köpükten minderler vardı.

Teras havası veren babamın omuzlarında biraz yüksekte olmamdan ötürü, etrafımda içilen ve leş gibi kokan Samsun sigarasının dumanını direk yüzüme yiyordum. Derken bir an kendimi daha da yukarıda buluverdim. Bütün stad ayağa kalkmış, ıslık ve alkışlar eşliğinde insanlar nereden çıkardıklarını bilmediğim kesilmiş gazete parçalarından yapılan konfetileri havaya atıvermiş ve "Gonya, Gonya" demeye başlamıştı. Ardından gelen yuhalamalar ve annemin o an orada olması durumunda bütün stadın ağzına biber süreceği sözleri duymam artık rakip Galatasaray'ın da çimlere ayak bastığının habercisiydi.

Aşk-ı futbol ve canlı şahit olduğum ilk lambuja* bu maçta gerçekleşiyordu. Adının sonradan Suat olduğunu öğrendiğim kel bir adamın vurduğu top ağlara gitmiş, birden tüm stad ayağa kalkmış ve "goooooool" diye birbirine sarılmaya ya da vurmaya başlamış, kıçlarının altında duran beyaz köpükten minderleri havaya atıvermişti.

Maçın bitiş düdüğü çaldığı an kafalardaki karton şapkalar da köpük minderlerin akıbetine uğramış ve kalabalık bir yandan maç sonunda kokusuna dayanamayıp aldığı tükürük köftelerini midesine indirirken, bir yandan da gülümseyerek stadın dışından evinin yolunu tutmaya başlamıştı.

Bundan sonra her haftasonu bu anı yaşamak istiyordum garip bir şekilde.

Tükürük köftesi, karton şapkalar, köpük minderler ve stad şartları farklı olmakla birlikte dünyanın her yerindeki binlerce erkek çocuğun içinde ortak bir şekilde uyanan bu aşk ve baba - oğul arasında yaratılan kutsal alanlardan biri olan futbola artık tamamen aşıktım. Bu aşkı yaşamak için valideden terlik ya da tokat yeme, peder beyden de burnunu patlatacağım ayakkabılar için yiyeceğim azar pahasına evde çoraptan toplar, sehpahadan kaleler dışarıda ise plastik toplar, taştan kaleler kuracaktım.

Büyüyünce de hatırı sayılır miktarda paramı ve zamanımı ayıracaktım.

Futbol aşkına ve lambuja ile coşup "goooool" demek için.


* lambuja: Brezilyalıların bir takımı öne geçiren gol için kullandıkları terim.

2 yorum:

  1. blog dünyasına hoşgeldin LAMBUJA. çok renkli ve tad alacağım(ız) bir blog olacağını tahmin ediyorum. yaşasın futbol kahrolsun emperyalizm. selam olsun oralara ve konya'ya.

    YanıtlaSil
  2. İlk yazın daha bir romantik geldi bana. Alıştığımız üsluptan biraz farklıymış başta sanki :)En büyük Gonya!

    YanıtlaSil