Saha iğrençti. Yakından bir lağım kanalı geçiyordu ve tribün yoktu. Manor Ground’da seyirciler, yakındaki askeri birlikten maç günleri kendileri için ödünç olarak getirilen yük arabalarında izlerlerdi maçları. Arsenal, 1904’te tribünleri yaptı ve isim kondu: Spion Kop.
İki yıl sonra kuzeybatıda, tıpkı onlar gibi Nottingham Forest tarafından forma yardımı yapılmış bir başka kırmızı-beyaz, ikinci şampiyonluğun sonrasında kale arkasına tribün standlarını koydu. Şehrin en kötü ama en ucuz tribünüydü. En ucuz tribünü en az kazananlar, liman işçileri doldurdular ve Spion Kop demeye başladılar mekânlarına. Gazeteci Ernest Edwards, Spion Kop adının resmileşmesi için bir kampanya başlattı. Aynı yıl Birmingham ve Blackpool’da da Spion Kop tribünleri doğdu. Sonra Sheffield’da ilk kez Bramall Lane eşrafı The Kop ismini seçti.
İsim, diğer şehirlerdeki stadyumlarda da kullanılmaya başlandı. “Kop” sayısı yirmiyi geçmiş, kriket ve rugby stadyumlarına, hatta Ada dışına da taşmıştı. Neden Spion Kop ya da The Kop dendiği sorusunun yanıtı içinse başladığımız noktadan daha geriye, bugünden tamı tamına 111 yıl öncesine, 24 Ocak 1900’e dönmek gerekiyor:
Sedyecinin yedi yıl önce geldiği bu ülkede gördüğü en kötü gündü. Alışılmıştı, yirmi yıldır ara ara kesilse de hep savaş vardı bu topraklarda. Aslında bildik hikâye: Peş peşe bulunan elmas ve altın yatakları önce insanlar için umuda göçü, sonra devletler için pay ve egemenlik iştahını, sonunda herkes ve her şey için savaşı getiriyordu. Uygarlık, kansız mücevheri henüz icat edememişti. Savaşlar kaç yıl daha sürecekti acaba? Sedyesindeki yaralıya baktı. Çabuk olmalıydı. Bu kadar çok yaralı taşıdığı bir başka gün hatırlamıyordu.
Kayalık zemin siper kazmaya pek izin vermiyor, 40 santimi geçemeyen siper derinliği yüzünden askerler açıkta kalıp keklik gibi avlanıyorlardı. Haberci koşarak yanından geçti. Karargâhtan yeni emirler getirmiş olmalıydı ama hâlâ takviyeden eser yoktu. Kolundan tutup sorsa mıydı daha önce Boerlere esir düşüp kaçmayı başaran haberciye? Başını kaldırıp uğruna savaşılan tepeye baktı: Güney Afrikalıların Spioenkop dediği tepe olanca umursamazlığıyla uzanıyordu koca düzlüğün ortasında… Sedyesindeki gence “Neredensin evlat” diye sorduğunda, dişlerin arasından hafif bir “Preston” tıslaması duydu.
Spion Kop çarpışması, üzerinde güneş batmayan imparatorluk için İkinci Boer Savaşı’nın en kötü günü olarak geçti tarihe. Savaşın en büyük zayiatını 23 ve 24 Ocak’ta orada verdiler. 40 santim, kurşundan önce sığ kurşundan sonra ziyadesiyle derindi. 243 asker tepeye, öldüğü sipere gömüldü. Zayiat 1500’e yaklaşmıştı. Haber İngiltere’ye ulaştığında yarattığı şok, hükümeti salladı. Lord Roberts ve Lord Kitchener derhal kumandayı devralmak üzere ülkeye gönderildi. Kitchener yirminci yüzyılın ilk toplama kamplarını kurdu. Bu kamplara 116 bin Boer toplandı, 28 bini öldü. Kamplarda ölenlerin 24097’si çocuktu. Savaşırken ölen toplam asker sayısı ise 6719’du.
Sedyedeki genç, belki de o çarpışmada yer alan Preston North End futbolcularından biriydi. O gün Boer kuvvetlerinin başında olan Louis Botha, Güney Afrika’nın ilk başbakanı oldu. O gün koşuşturan haberci de ülkesine başbakan olacaktı: Sir Winston Churchill.
Bizim sedyeci mi? Hikâyesi sığmaz ama kısaca anlatmaya çalışalım: Aslında Londra’da hukuk eğitimi almıştı. Natal’daki İngiliz Kolonisi’ne bir yıl çalışmak üzere geldi. İlk günden kötü başlamıştı her şey: Birinci sınıf için bileti olduğu halde üçüncü sınıfta yolculuk etmeye zorlandı, reddedince de hareket halindeki trenden atıldı. Bunu unutmayacaktı… İlk kez 11 Eylül 1906 günü Johannesburg’da, insanları ayrımcılık ve ırkçılık yüklü yeni yasaya karşı çıkmaya davet ederken şiddet eylemine girmemelerini, yasanın öngördüğü cezayı çekmelerini istedi. Uzunca bir süreyi hapiste geçirmesi gerekse de başlattığı eylem 7 yıl sonra başarıya ulaştı. Nelson Mandela ve Martin Luther King gibi ırkçılık karşıtlarına rehber olacaktı. “Göze göz tüm dünyayı kör eder” derdi. Kimileri, aklında şiddet içermeyen direniş eylemi düşüncesini doğuranın Spioenkop’ta gördüğü kan olduğunu yazar.
21 yıldan sonra, 1914’te ülkesine döndü. 1921’de lider kabul edildi. 1930’da bir gün evinden çıktı ve okyanusa doğru yürümeye başladı. Yine bir yasayı protesto ediyordu. Yolda ona katılanlar oldu. Deniz kıyısına vardığında 60.000 kişiydiler ve yaklaşık 400 kilometre yürümüştü. Denizden biraz su aldı ve kaynatıp tuz elde etti. Böylece “İngilizler’den başka hiç kimsenin tuz üretemeyeceği”ni söyleyen yasaya karşı gelmiş oldu. Tutuklandı ve hapse girdi, O’nun yaptığını yapan 60.000 kişi de peşinden… 1930’lardaki mektup arkadaşı Albert Einstein “gelecek nesiller böyle etten kemikten birinin bu dünya üzerinde yürüdüğüne inanmayacak” derken haklıydı sanırım. Hapishaneler kalabalıktan kontrol edilemez hale gelince serbest bırakıldı. Cephedeki haberci ise “bırakın açlık grevinde ölsün” demiş hatta 1943’te başbakanken, valinin yiyecek talebini “O neden hâlâ ölmedi” telgrafıyla yanıtlamıştı iki dünya savaşının toplamından daha fazla insanı öldüren Bengal Kıtlığı’nda. Ve O, yani Mahatma Gandhi, ömrünün sonuna dek trenlerde hep üçüncü mevkide seyahat etti…
Liverpool’da Spion Kop adı 1928’de resmileşti ve tribünün üstü kapatıldı. 25 Ağustos 1928 günü John McKenna’nın açılışını yaptığı tribün, ülkenin en büyük üstü kapalı tribünüydü. Hollanda dilindeki Spionkop, Boerlere Spioenkop, İngilizce’ye Spion Kop olarak geçti. Sheffield’da The Kop, zamanda Kop oldu. Artık stratejik bir tepeyi değil, en içten tezahüratı yapanların yerini anlatıyor. Taylor Raporu öncesi en büyük Kop tribünü, Villa Park’ın Holte End’iydi. Şimdilerde Sheffield United, Bramall Lane’dekini ülkenin en büyük Kop’u haline getirmeye çabalıyor. Yüz on bir yıl sonra aynı söz, gürleyen topların yerine susmayan tribünleri getiriyor akla. İsteyen turist maça, isteyen turist tepedeki şehitliğe gidip Kop havası soluyabiliyor. Bugün güney yarıkürede törende olanlar, Çarşamba akşamı tribünde olabilecekler. Muhtemelen aynı tur operatörüyle…
Savaş asla sadece savaş değildir.
Charles Dickens'ın Our Mutual Friend'i sonunda Türkçe'ye çevrilmiş, ama üzerinde 47 lira etiketi görünce geçen gün rafa geri bırakmak zorunda kaldım.
YanıtlaSilHikaye onun içinden alıntı mı acaba? :)
Şaka bir yana, gerçekten, Kop'un hikayesini Dickens anlatsa, böyle anlatırdı.
Çok teşekkürler.
Noat Samisa,
YanıtlaSilNe demek efendim, biz teşekkür ederiz. Hasta yatağımdan kalkabildiysem şu sayededir.
Anlatacak hikayesi olan ne olursa olsun okumayı seven biri olarak, hep kafamı kurcalayan, fonetik olarak İngilizce'ye yakışmayan şu Kop fenomeninin nerden çıktığı sorusunun cevabını anlatan yazının öykülediği bir de futbola dair olunca, 'bitmesin' diye diye okudum. Bitti sonra :)
YanıtlaSilEline sağlık...