4 Nisan 2009 Cumartesi

Peace Cup 2009



Ruhani bir lider olan Koreli Sun Myung Moon'un başkanlığını yaptığı bir organizasyon tarafından her 2 senede bir Kore'de oynanırdı Peace Cup; ama bu kez istisnai bir durum var ve kupa Endülüs'te oynanacak. 2003, 2005 ve 2007'de 8 olan takım sayısı da bu sene 12 oldu. İsmi barış ve birliği temsil ettiğinden muhakkak her kıtadan bir temsilci oluyor. Kazanan 2.000.000 €, finalist 1.000.000 € ve yarı finalistler 500.000 € alacak. Bu seneki katılımcılardan 7'si belirlenmiş durumda, az önce yukarıdaki tabloya Aston Villa da eklendi. Bu resmi bildirim, İspanyol basınına göre Celtic, Al Ittihad, Seongnam ve Fenerbahçe de yer alacak turnuvada.Kalan 2 kontenjan Avustralya ve Afrika'dan temsilcilerinden oluşacak ama herhangi bir takım ismine rastlamadım. Daha önce Beşiktaş'ın katıldığı 2003 turnuvasında Kaizer Chiefs vardı, muhtemel adaylardan biri olabilir.

Etiketler:

Kim ?



Pique postunun üstüne iyi gider bu ama Pique kabak gibi sırıtıyor zaten soldan ikinci olarak. Ben şu kafası daireye alınmış elemanı soruyorum.

Etiketler:

Gerard Pique



1990'lı yıllarda dillerden düşmeyen Ajax modelinin yerini bir başka model alacak o şu an için Barcelona olmalıdır. Puyol, Iniesta, Xavi, Victor Valdes, Busquets, Krkic, Pique ve Messi o modelin altyapısından çıkan oyuncular.Hepsinin Barcelona altyapısında başlayan bir hikayesi var, Pique'nin de öyle ama bir farkla. O ilk profesyonel kontratını İngiltere'de aldı, Manchester United'da.



Filmi geri saralım burada ve Polonya'da bizi 5-3 yenen ve 2006 U-19 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda kupaya uzanan İspanya'ya dönelim. O kadroda benim dikkatimi çeken 4 oyuncu vardı. Şu an Deportivo'da oynayan sağ bek Barragan, Sevilla'da oynayan Capel, şimdinin Valencia oyuncusu ama o zamanlar Real Madrid altyapısında olan Juan Mata ve Gerard Pique. Turnuvayı naklen veren Eurosport spikerleri Mata ismini ağzından düşürmese de benim favorim Pique idi. Fernando Hierro vari bir stili vardı. Çabuk ve seri olmasa da gücü, oyun zekası ve tekniği ile farkını belli ediyordu. Gerektiğinde ortasaha ile defansın arasında da oynayabiliyordu ve bir savunmacıya göre kusursuz sayılabilecek bir pas yeteneği vardı. .192 cm boyu sayesinde havadan zaten geçit vermediği gibi hücumda da bu avantajını kullanmasını biliyordu. 2 gol attı turnuvada ve oynadığı bu oyun ile Real Zaragoza'ya kiralık gitti. Gabriel Milito ile iyi bir ikili oldular. Sezon bittiğinde 30'a yakın maç oynamış ve Ferguson'un da gözüne girmişti.

2007 - 2008 sezonuna United'ın rezerv takım kadrosunda değil A takım kadrosunda başladı. Parladığı arena ise Premier Lig değil öncelikle Şampiyonlar Ligi oldu. 4 grup maçında şans buldu ve biri Roma'ya diğeri de Dinamo Kiev'e olmak üzere 2 gol attı. Vidic'in sakatlığının ardından Premier Lig'de de formayı aldı. Bu sezon başında Gabriel Milito'dan istediğini alamayan Barcelona'nın ağına yeniden düştü ve Ferguson tek kuruş vermeden aldığı Pique'yi 6-7 milyon sterlin civarında olduğu tahmin edilen bir paraya Barcelona'ya geri sattı.



Yuvaya dönüş ise umduğundan da iyi oldu. Puyol'un yanındaki +1 kontenjanın adaylarından Marquez, Caceres ve Milito'yu eleyerek savunma göbeğine yerleşti. İlk golü ilginçtir yine bir Şampiyonlar Ligi maçı'nda geldi. Bu sezon ŞL'nin uzak ara en kötü savunmasına sahip takımı Sporting Lizbon'u 5-2 yendikleri maçta ilk golünü attı. Sonraki golünü ise Espanyol'u eledikleri Kral Kupası maçında attı. 3-2 kazanılan maçta Barcelona'yı bir üst tura taşıyan 3.goldü o gol.

Del Bosque bu gelişime kayıtsız kalamadı ve Espanyol maçının ertesinde açıkladığı İngiltere maçı kadrosuna Pique'yi de dahil etti. O maçta İngilizlere adım attırmayan savunmanın önemli parçalarından biri oldu. 90 dakika oynadı. Ve sonra 1 hafta içinde canımıza okuyan iki maçlık performansı geldi. Kendi soyadıyla aynı olan, ama Katalanların pek hoşlanmayacağını düşünerek kullanmayı tercih etmediği Bernabeu'nun ismini verdiği stadda Türkiye'ye milli forma altındaki ilk golünü attı. Ali Sami Yen'deki maçta partneri değişse ( Albiol yerine Marchena ) Pique'nin oyunu değişmedi. Gerek bizden gerekse de Casillas'tan gelen ilk topları alıp dağıtmasıyla savunmadaki statüsü artık yardımcılıktan çok liderlikti. İspanya'nın her pozisyonda oyuna çok çabuk girmesindeki en büyük etkenlerden biri Pique'nin kusursuz denebilecek pas performansıydı. Ustası Puyol'un gözü arkada kalmasın. Dünya'nın stoper açlığı çektiği bir dönemde şu oyunu gören Alex Ferguson da "ne yaptım ben" diye düşünüyordur muhtemelen.

Etiketler: ,

3 Nisan 2009 Cuma

Destek Faşistleri



Avrupa'nın ilk 8-10 liginin en üst liginde oynayan futbolcularının ekonomik refahları kimilerinin hayal dahi edemeyeceği boyutta. Üstelik eskiden 10 sene oynayabildikleri oyunu artık 20 sene oynayabiliyor iyi birer profesyonellerse. Yani "çok kazanıyoruz ama mesleğin ömrü kısa" bahanesi de ortadan kalkmış durumda. Ağır sakatlıklarda bile bizim gibi sınırlı izin süreleri yok, garanti paralarını tıkır tıkır alıyorlar. Yediklerinde, içtiklerinde, yaşadıkları hayatta gözümüz yok, hissettirdikleri kafi; ama buna rağmen bu adamların baskıdan ( Charles Barkley'in kulakları çınlasın ) dem vurmalarından ve burunlarından kıl aldırmamalarından benim sıtkım sıyrıldı. Fenerbahçeli olduğum için ilk örnek de ordan olsun. Selçuk, Volkan ve Brezilyalılar 5 senedir hatalarından ders alıyorlar, ama bütünlemeyi bir türlü geçemiyorlar. Sürekli ders alıyorlar ve bir de üzerine destek istiyorlar. Ben destek vermekten yoruldum bunlar ders almaktan yorulmadı. İşi faşist bir zemine döktüler iyice. Biraz ıslıkta, tepkide hemen reaksiyon. Forma atmalar, sağa sola el kol yapmalar, taraftarla ağız dalaşı, vs... Ne ararsanız. Üstelik bir de hayatlarına hiçbirşey olmamış gibi devam ederler, bizim gibi o maçın oynanadığı haftanın ertesi boyunca - eğer işler kötü gitmişse - kendilerini de tüketmezler stresten. Hafta sonunda oynanacak maçın öncesinde de pişkin pişkin demeci patlatırlar "taraftarımızın desteğine ihtiyacımız var, bizi desteklesinler, hatalarımızda yapıcı olsunlar ! " Hiçbiri de düşünmez, şu adamların hafta boyunca canları çıkmış ve para verip bu tribüne takımının/ülkesinin sevdasına iki satır güzel birşey görmeye gelmiş biz de biraz efor sarfedelim filan diye. Varsa yoksa destek, hoşgörü. Son temsilcileri de Bacary Sagna.



Fransızlar 2006'dan bu yana resmen ızdırap çekiyorlar. Her mevkide muazzam rotasyona ve kaliteye sahip takım maçlarında zar zor gol atıyor. Hem basın hem de tribünler ağır eleştiriyor haliyle. Başta Domenech'i sonra da futbolcuları. Bacary Sagna ise hala destek peşinde: "Bizim cesaretlendirilmeye ihtiyacımız var, eleştiriye değil. Desteklemeleri daha yerinde olur". Yarın, Eskişehir maçı öncesinde, bir benzerini maçtan önce ya da sonra bizimkilerden biri söylemezse ne olayım.

Ben böyle hamasi laflardan hoşlanmadım hiçbir zaman, taraftar olmanın da bedelidir almadan verebilmek. Destek yine tamam ama bir zahmet de kendiniz cesaretlenin ulan. Dünyanın parasını alıyorsunuz, biz de sizi izleyeceğiz diye her maç için en az 40-50 € ödüyoruz. Teğet geçti denilen kriz de açıortay gibi götümüze girmiş zaten...

Etiketler:

2 Nisan 2009 Perşembe

Maradona'nın 1 Nisan'ı



Hayat ilginç gerçekten. FIFA yüksek rakımlarda futbol oynanmasını yasaklamaya niyetliyken o rakımlarda maç yapan avantajını bilen Bolivya, Peru gibi ülkeler ciddi eylemler yapıyorlardı. Eylemlere ve söylemlere destek çıkan futbol figürlerinin başında gelen adam ise Maradona idi. Sadece kendi kariyerinin değil Arjantin Milli Takımı'nın en acı mağlubiyetini Bolivya'da, 3600 metre yükseklikteki La Paz'da alması hayli ironik o bakımdan. Arjantin'in böyle mağlup olduğu bir maç daha vardır yakın tarihte. Benim çok sevdiğim Batistutalı takım 94 elemelerinde Kolombiya'ya Buenos Aires'de 5-0 yenilmişti. O Kolombiya bir de Güney Amerika grubundan sadece 2 gol yiyerek lider çıkınca Pele tarafından USA 94'ün favorisi yapılıvermişti. Öyle olmadı tabi. Aşağıdaki fotoğraf ise Maradona'nın egale ettiği utanç vesikasının en eskine ait. 51 sene önce İsveçteki Dünya Kupası'nda Çeklere yine 6-1 ile boyun eğmişlerdi.


Etiketler:

2012'de Hatırlatırız



Bakmayın siz Fatih Terim'in her basın toplantısında puan kaybedilen maçları sıralayıp, ardından "o ana kadar hiç pozisyon vermemişken gol yedik ( Belçika - Bosna - İspanya ) bir sürü pozisyona girmişken atamadık ( Estonya - Belçika - İspanya ), atsak farklı olurdu " ezberine. Olay oynamadan kazanma şansımızın 2010 yolunda tutmayışından ibarettir. Euro 2008'de o istihkakı tükettik, zaman Murphy kanunları zamanı. Şu bir gerçek ki 1-2 son torba takımını çıkarırsak her rakibimiz bize göre sahada daha kollektif, daha organize ve daha yardımlaşan bir görüntü çiziyor. Biz ise organizasyondan uzak, tam bir karambol takımıyız. Anlık parlamalarla 4-5 pas üstüste yaparsak ne ala, yapamazsak yandı gülüm keten helva.

Bu 5-6 maçlık ömrü olan turnuvalarda çok da sorun olmuyor. Bir şekilde koçumla, evladımla hallediyoruz, hatta Euro 2008'de olduğu gibi neredeyse final kapısından dönüyoruz ama 10 - 12 maç süren eleme gruplarında hep fıtık oluyoruz. Tesadüf değil. Bunu çözecek kişinin bu takıma hiçbirşey veremediğinin işareti. Hatta Nihat gibi bencil ve eli kolu oynayan artistleri takımda tutması, Batuhan gibi şımarık oğlanları kurtarıcı diye oyuna alması; üstüne de Arda ve Semih gibi faydalı ve başarılı adamları oyundan almasıyla çok da şey götürüyor. En basitinden benim kendimi zaman zaman bu takıma uzak hissetmemi sağlayan o imajı hortlatıyor. Bunu böyle hisseden çok insan var ama o hislere tercüman olacak babayiğit gazeteci pek yok. Belki Oray Eğin ve Cem Dizdar. İbrahim Altınsay'ı gazeteci saymıyorum.

Olan da gene Avrupa basınına oldu bu arada. Şimdi gene kafa patlatacaklar nasıl bir ülkedir ki bu tarihindeki en iyi uluslararası turnuva derecelerini kazanıp bir sonrakine katılamayacak kadar kötü oluyorlar diye. Merak etmesinler 2012'de kendimizi hatırlatmaya geleceğiz. Yazacak çok şeyim var da HIMYM'ye salayım kendimi. Bekle beni Barney...

Etiketler:

1 Nisan 2009 Çarşamba

Şefin Tavsiyesi: Mystic Siva - Under the Influence (1970)




Güzide memleketimizin müzik dükkanlarında bulunmayacak albümlerden biri de bu işte. Amerikalı psychedelic rock grubu Mystic Siva'nın 1969-1970 yılları arasında yaptıkları bestelerin canlı aranjmanlarını içeren bu albüm grubun nadir bulunan eserlerinden biri. Şarkı listesi şu şekilde oluşmakta:

01.Keep Your Head
02.Spinning A Spell*
03.Come On Closer
04.Super Natural Mind
05.Come Together*
06.Magic Luv
07.Find Out Why*
08.I´m A Man
09.Tobacco Road
10.Sitting In A Room
11.Black Sheep (S.R.C.)*

Tavsiyelerin yanına bir adet yıldız ekleştirilmiştir.

İndirme adresiniz:

http://rapidshare.com/files/214139684/Under_the_Influence.rar Afiyet olsun.

Salute.

Etiketler:

Stuart Astill: Bir Taraftarlık Öyküsü



Futbol gündemi şu an milli maç arasından ötürü kısır Ne zamandır aklımda olan bir hikayeyi paylaşmanın tam zamanı o bakımdan. Futbolun sahadaki somut gerçeklerinden uzak, duygusal bir hikaye. Futbola ait ne varsa ona taraf olabilmek... Bu oyunu bu kadar sürekli kılan, böylesine sonsuz ve tarifsiz coşkuyu, hüznü, sevgiyi, nefreti ve bağlılığı mümkün kılan şey o taraf olma hissinin ta kendisi. Nick Hornby'nin hikayesi en bilinenlerden ve hepimizin buna dair benzer hikayeleri vardır ama Notthingham Forest taraftarı Stuart Astill'in ki eşsiz gerçekten. Gözardı edilmiş, tutku ve rekorlarla dolu, başka bir hikaye.


Babaların futbol sevgisinin hayat bulması için üstlendiği rol her zaman büyüktür. Stuart Astill için de aynısı geçerli ama bir farkla. Onun babası Nottingham Forest'ın ezeli rakibi olan Derby County taraftarı. Öldüğü sene olan 1989 yılına kadar Baseball Ground'da kombine kart sahibi ve, oğlu dahi olsa, Derby ile olan maçlar dışında Nottingham'ın Stadı City Ground'a ayak bile atmayacak derecede de fanatik bir baba üstelik. Oğlunu ilk iş kendi sevdiği takımın maçlarına götürse de, Stuart'ın içerisinde önlenemez bir Nottingham Forest bir aşkı var. O aşkı ilk kez yerinde yaşadığı sene ise 1956. Stuart henüz 11 yaşındayken, babasının çocukları maça götürmeyi seven bir iş arkadaşının diğer çocuklara katılmasını istemesi sayesinde City Ground'un tribünlerine ayak basmış. Hayatı da orada değişmiştir.




Önceleri sadece iç saha maçlarıyla başlayan macera artık onu esir almıştır. İşten ve eşten dahi daha önce gelmektedir. Hastalık, kar, kış deplasman demeden o hayatın peşinde koşmaktadır Stuart Astill artık. Okulu çoktan, 1960 yılında bırakmıştır. Bir demiryolu şirketinde çalışmaktadır. Demiryolu işçilerine sağlanan ücretsiz ulaşım imkanları sayesinde deplase de olmaktadır artık. 29 Aralık 1973 tarihinde gelene kadar Stuart Astill'in gidemediği maç sayısı sadece 3'tür. Bir tanesini 1969 yılında geçirdiği bir ameliyat sebebiyle kaçırır. Onun yerine dikişleri açılır açılmaz rezerv takımın maçına gider. 1972 yılındaki Sheffield ve 1973 yılındaki Preston maçlarında ise en iyi iki arkadaşının düğünü vardır. 29 Aralık 1973 yılındaki Bolton Wanderers maçı ise rekor serinin başlangıcıdır.

O tarihten itibaren - yani 28 yaşından bu yana - Stuart Astill tam 1500 maç üstüste Nottingham Forest'ın maçlarında, tribündeki yerini almış ve tam 92 stad görmüştür. FA Cup ve League Cup maçlarındaki serisi ise sırasıyla 1965 ve 66 yıllarında başlıyor. Brian Clough yönetiminde kulüp başarıdan başarıya koşunca yolu Avrupa'ya da düşmüş tabi Astill'in. Hayatındaki ilk ve son gözyaşlarını o seyahatler sırasında Münih'te Malmö'yü yenerek kazandıkları Şampiyon Kulüpler Kupası'nda döktüğünü ve o dönemde Forest'ın iki kupa maçını kaçırdığını da belirtelim. Bir tanesi Tokyo'da oynanacak olan Kıtalararası Kupa finali. O finale maddi durumundan ötürü gidememiş. Diğeri de Valencia ile Mestalla'da oynanan Süper Kupa finali. Bunun sebebi de iptal olan bir charter seferi. Stuart Astill yine de imkanlarını zorlamış aslında ve 1 haftalık bir İspanya turunu satın alması durumunda maçı izleyebileceğini keşfetmiş ama bu kez de takımının 1 lig ve 1 kupa maçını kaçırmak durumunda kalacağından o maçı gözden çıkarmış. Fena da bir tercih sayılmaz zira Forest'ın o efsanevi takımı, 1 sene önce Camp Nou'da aynı kupayı kazanan takım, bu maçı kaybetmiş ve kupa Valencia'ya gitmiştir.



Böylesine bir özverinin karşılıksız kalması düşünülemez elbette. Nottingham Forest kulübü onu City Ground'da binlerce taraftarın önünde onurlandırır. Bu onurun bedeli ise Forest taraftarlarını saymazsak 63 yıllık yalnız bir yaşamdır. Eşsiz ve çocuksuz. Buna rağmen Tanrı'dan bir dilek hakkı olsa dileyeceği şey takımını EPL'de yeniden görebilmek. Ne denebilir ki...

İnsan merak ediyor tabi. Çalışan biri, dönemin en büyük sorunlarından holiganizm de en çılgın dönemlerini yaşarken nasıl oluyor da bu kadar maça gidebilmektedir. Kolay olmamış muhakkak. Birkaç anektodla belirtelim.

Bir tanesi 80'li yıllarda geçiyor. Luton Town kulübü stadına olaylar sebebiyle rakip takım taraftarı sokmadığı gibi bilet satışlarını da sadece kulüp üyelerine yapmaktadır. Stuart Astill bu duruma karşı tedribini almıştır. Sezon başında Luton'a giderek üyelik başvurusunda bulunur ve 3 senelik kombine bilet alır. İlginç olan kulübe üye olurken bu durumu kulüp görevlisine açık açık anlatmasıdır
Bir diğeri anektod ise Millwall maçından. Tribün olayları sebebiyle Millwall kulübü stadına biri Nottingham Forest olmak üzere 6 kulübün taraftarını sokmamaktadır. Stuart Astill bunu aşabilmek için planını çoktan yapmıştır. Nottingham Evening Post gazetesinin Forest muhabiri ve aynı zamanda iyi bir arkadaşı olan Michelle Wilson'dan bu maç için akreditasyon ister. Alır da. Stadda maç istatistiklerini tutmak bahanesiyle yerini alacaktır Mr. Astill. Bunlar cefanın tarifi için yeterli aslında ama benim favorim başka.

Birgün Mr. Astill Fulham ile oynanacak FA Cup tekrar maçı için öğleden sonra ofisinden sessiz sedasız ayrılır. Ertesi sabah ise korktuğu başına gelir. Müdürü kendisini odasında beklemektedir ve ağzından şu cümleler dökülür;


"Stuart, burada çalışanların çoğu boş zamanlarında futbol izleyen demiryolu çalışanları. Sen ise boş zamanlarinda demiryollarinda çalışan bir futbol fanatiğisin. Ben ise senden memnunum, ve diğerleri de buna çok şaşırıyor. Bu şekilde devam et".


Büyüksün Stuart Amca, velakin keşke bizim patronlar da böyle olsa...

Etiketler:

31 Mart 2009 Salı

Delikanlı (!) Taraftar





Kendimi How I Met Your Mother'a kaptırdım bugün, yazmayacaktım da aslında ama mola zamanında şunları görünce biraz karalamak farz oldu üstüne. Çok değil 4-5 ay önce yerin dibine sokuluyordu Dunga. Şimdi ise kahraman gibi karşılanıyor. Üstelik 2010 Dünya Kupası elemelerinde Ekvador ile 1-1 berabere kalınan ve 4. sıraya düşülen bir maçın ardından. Günlük yaşadığı için spor basınını iğnelesek de genelde, onlara bu tarzı sevdiren taraftara biraz fazlaca masum yaklaşıyoruz sanki. Aslında oyunun en dönek figürlerinden biri olan taraftar nedense kendi kendine, bilhassa da Türkiye'de, hep delikanlı diyor. Oysa birkaç sene öncesine kadar katil, çirkef, Fatih Terim'in kabadayı ekolünün baş temsilcilerinden olan Emre için Fenerbahçe tribünleri, tamam hepsi değil, "Seni Seviyoruz" diye pankart açıyor şimdilerde. Eskiden tartışması dahi imkansız olan bir konuda, forumlarda ciddi mesai harcanıyor. Fatih Terim'i ciddi ciddi teknik adam kulübesinde görmek isteyenler var yahu. Kabul. Futbol ilginç bir oyun, gündemi çabuk değişiyor ve anlık coşkunun, hüznün, nefretin, sevginin yeri çok fazla ama şu tarz pankartları açtıracak, Fatih Terim'i Fenerbahçe'ye düşündürecek kadar omurgasız olanı beni rahatsız ediyor. Uzun uzun yazmayı tercih ederim aslında bu konuları ama bu kısa notu düşmek istedim. HIMYM sonrası etraflıca yazarız...

Etiketler: ,

30 Mart 2009 Pazartesi

Ronaldinho'nun Vakti Geldi



Ne de güzel başlamıştı Milano günleri. Şatafatlı bir tanıtım, etkili bir futbol ve Inter derbisinde galibiyeti getiren gol. Kaka ve Pato ile birlikte kağıt üzerinde muhteşem bir üçlü. Beckham gelene kadar da öyleydi aslında ve takımın bankosuydu Ronaldinho. San Siro tribünleri aradığı heyecanı bulmuş gibiydi. Ne zaman ki reklam yıldızı Beckham geldi, Ronaldinho başaşağı çakılmaya başladı. Şu ana kadar Milan'ın oynadığı 38 maçın sadece yarısında oynayabildi. Bu 19 maçta 90 dakikayı tamamladığı maç sayısı ise 10. En son golünü Kasım 2008'de atmış. 20 küsür milyon € verilen bir oyuncu için felaket rakamlar. Bizim medya olsa dakikası ve attığı gol şu kadar milyona geliyor hesabını çoktan yapmıştı. Mutlu olmadığı ayan beyan ortada. Tek tesellisi Brezilya Milli Takımı'na dönmüş olması. Oradaki yerini koruması ve 2010'da olması için form tutması, bunun için de oynaması lazım. Gece kulüplerinden kadim dostu Robinho Manchester'a gel demiş olacak ki, kardeşi ve aynı zamanda menajeri olan olan Assis birkaç kulübün ilgisinden bahsediyor, Ronaldinho da sene sonunda herşeyi konuşuruz diyor. Arap şeyhlerinin devre arasında Milan'ı yokladığı biliniyor, sene sonunda da deneyeceklerdir. Milan da iyi bir teklife kesinlikle hayır demeyecektir, hele de Milanello'da sezon sonunda yapılacak transferler takasa ve oyuncu satışına bağlanmışken.

Etiketler: ,

Hleb ve Camp Nou



Barcelona takımı için en değerli oyuncular kuşkusuz 4-3-3 dizilişinin hem orta üçlüsünde hem de ileri üçlüsünde oynayabilecek türden oyuncular. Pas becerileri yüksek, savunmada pozisyon almasını ve yardımlaşmayı bilen ve aynı zamanda gol bölgesine sızabilen ( İK yeterlilik ilanı gibi oldu farkındayım ) oyuncular. Gudjohnsen bile bu evrime ayak uydurdu, o pozisyonlardaki her türlü zenginlik onlar için önemli zira bu işi yapabilen Xavi, Iniesta ve Messi gibi adamların sırtındaki yük çok fazla. O bakımdan bu sezon başında Hleb, Moutinho ve Hernanes Guardiola'nın listesinde başı çekiyordu ve Arsenal'den Hleb'i almayı da başardılar. Rotasyon oyuncusu olacağını bile bile de geldi Hleb. Alışık aslında. Arsenal'de de düzenli olarak 11 oynamıyordu, hatta ilk başlarda VFB Stuttgart'ta dahi aynı durumdaydı. Velakin o zaman 20'li yaşlarının başındaydı, çok da sorun etmiyordu ve bekleyebilirdi. Şimdi ise sonlarında. Daha fazla oynayıp, daha fazla para kazanmak istemesi ayıplanacak birşey değil. Guardiola ile bir görüşme yapmış. Detaylarını vermiyor tabi ama üç aşağı beş yukarı tahmin etmek mümkün. Henry'nin bile FM tabiriyle daha yeni yeni "settled" duruma geçebildiği bir kadro için bence acele etmiş. Üstelik çok da sağlam bir oyuncu değil. Cam adam da değil ama sakatlık riski her zaman olan bir oyuncu. Önümüzdeki sene yerine daha genç ve beklemeyi kabul edebilecek bir isim alıp, Hleb'e yol vermesi muhtemel Katalan kulübünün. Bayern'in ilgisi de malum, CL çeyrek finalinde Hleb için Camp Nou'da bir görüşme olması beni şaşırtmaz. Olmasa bile yaz döneminin ismi gazetelerde en sık geçecek adamlarından biridir. Diego'yu elden çıkarması muhtemel Bremen'e de fena gitmez doğrusu.

Etiketler:

Doğumgünü Barbeküsü



Bu Brezilyalılar ilginç adamlar, ilginç de ritüelleri var. Fenerbahçe sayesinde doğumgününde un ve yumurtalı kutlamalarına aşina olmuştuk. Bu da bir başkası. Doğumgününde pasta yerine barbekü. Biraz Teksas vari. Doğumgünü çocuğumuz ise Fenerbahçe'de kısa bir süre oynasa da iyi izler bırakan Washington. 34 yaşına girdi ve taraftarlarına bir derbi galibiyeti vermeyi de ihmal etmedi. 1-0 kazandıkları Palmeiras maçında attı gene golünü ve 7 puanlık fark 4 oldu. Paulista Şampiyonluğu'nda bu sezon ki 11. golü bu arada Washigol'ün.

Etiketler: ,

29 Mart 2009 Pazar

Futbol Cezalandırır



Maç öncesinde iki takımın da en zayıf halkası savunma göbeği. Türkiye'nin savunma göbeğindeki Hakan Balta - Emre Aşık ikilisi iki uluslararası maçta 6 gol yemiş, ligde de sürekli açık veriyor; İspanya'da ise Pique Albiol ikilisi ilk kez oynuyor. Del Bosque bu sorunumuza karşı özel bir plan hazırlamamış, alışılmış diziliş ve anlayışını bozmadı. Terim ise rakibinin bu sorununu hem pres yapabilen hem de pas yapabilen 4'lü bir hücum hattıyla değerlendirmeye çalışır gözüküyor. Beraberliğin başarı olduğu bir deplasmanda hayli cesurca ve kimilerince çokça eleştirilecek bir karar ama teoride doğru bir karar. Nitekim maçın bilhassa ilk 30 dakikasında işe de yaradı. İspanyolları cezasahasının uzağında tuttuk. O tehdit sayesinde rahatça çıkamadılar, buna Iniesta'nın da eksikliği eklenince o baskın oyunlarından eser kalmadı İspanyolların.


Bizse tam tersine etkili olduk. Semih'in geriye çıkarak top alıp, oyunu açtığı her dakika Nihat, Arda ve Tuncay üçlüsünden bir ya da birkaçı sağ beksiz, asimetrik bir düzenle oynayan, ağır İspanyol savunmasının arkasına kaçırdık. Ya korner kazandık ya da gol pozisyonuna girdik. Nihat o kornerleri çok kötü kullandığı gibi, bir pozisyonu da her zamanki bencilliğini yaparak harcadı. Semih'in topu Casillas da kaldı, Arda topu iyi kontrol edemedi. Galibiyet kaçtı. İspanya ise Torres'in devre sonunda attığı şur dışında çerçeveyi bulamadı. Herşeye rağmen devre arasına 0-0 ile girmek ve İspanya'yı durdurmak büyük moraldi.



İkinci devreye de İspanya öyle çok tempolu başlamadı. Pas süratlarini biraz daha arttırsalar da oyunu yine tutuyorduk. Ta ki Fatih Terim'in 57. dakikadaki Semih - Ayhan değişikliğine kadar. Bu değişiklikten sonra topu hiç ileride tutamadık. İspanyolların kendi imkanlarıyla domine edemediği oyunu, biz yanlış bir değişikliğimizle domine etmelerine izin verdik. Bu sadece Semih'in ileride top tutmasıyla ilgili de değil. Semih sahada Emre'den sonra en doğru yere en isabetli pası verebilen oyuncu. Dolayısıyla bu değişiklik Arda - Tuncay - Nihat üçlüsünün verimini de düşürdü. Zira bu oyuncuların savunma arkası koşu yapacakları ortamı ve pas bağlantılarını yok ettik. Terim'in maç sonu demeçlerinde yarın yapılacak olası bir "forvet çıktı ortasaha girdi, korktun" eleştirilerine karşı geliştirdiği savunma mekanizması bile bunun farkında olmadığının ispatı. Benim fikrim bu noktada Nihat'ın çıkması daha mantıklı olacağıydı. Çünkü hem kötü oynuyordu hem de elinizde o tür oynayacak Kazım var yedek olarak. Saha içerisinde ise Tuncay ve Arda var. Semih ise alternatifsiz. Gökhan Ünal bırakın Semih'in alternatifi olmayı bu takımın kadrosunda dahi olmayı haketmeyecek derecede vasıfsız ve vurdumduymaz.



Son 10 dakikada yapılsa doğru diyeceğim bu değişiklik fahiş bir hataydı kısacası. 35 dakika İspanya'yı beklemek çılgınlık ve futbol bu tür hatalardan beslenir ve acımasızca da cezalandırır, cezalandırdı da. Sinir bozucu yanı böyle karambol bir golle cezalandırması. Pique'nin golü tam bizim yiyeceğimiz gol. Yine de beklediğimden iyi bir Türkiye bulduğumu söylemeliyim. Bu kadar soğukkanlı ve 30 dakika da olsa kompakt olabileceğimizi sanmıyordum. Gol sonrasındaki manzaraya değinmenin pek manası yok. Gardı düşmüş bir Türkiye ve kendilerine faul dahi yaptırmayacak derecede seri pas yapan ve iştahlanan İspanya arasında kedi fare oyunu oynandı. O dakikaların yaradığı oyuncular ise Sergio Ramos ve Volkan Demirel. Sezon sonu kontratı bitecek Demirel'in değeri biraz daha arttı. Emre Aşık'a da ayrı bir parantez açmak ve profesyonelliğine saygı duymak lazım.



3 gün sonraki maç ise bundan daha zor olacak. Emre - Hakan Balta ikilisi bu maçta ne kadar iyilerse 3 gün sonra "yapma Hakan, yapma Emre" dedirtme ihtimalleri yüksek. Keza bu maçın en kötü İspanyolları Torres ve David Villa'nın vay be dedirtmeleri de. Zira İspanyollar bu kez daha çok boş alan bulacaklar ve o alanlara pas atacak, ters koşular yapabilecek sürüyle oyuncusu var. Boşnakların aldığı deplasman galibiyeti de cabası...

Etiketler: ,