23 Aralık 2010 Perşembe

Brezilya'da Efsaneleşen Arjantinliler #1



Dario Conca, 2008 yılında başladığı Fluminense macerasında, Copa Libertadores'te tarihinde ilk kez final oynayan Fluminense takımının Thiago Neves, Thiago Silva, Washington ve Cicero ile birlikte en önemli parçalarından biri olarak adından söz ettirmeye başlamıştı. Fluminense ertesi sezon çekirdek kadrosunu dağıttığında ise kötü günlerin kahramanı oldu. Tricolor o sezon küme düşmediyse, bunu çokça Dario Conca'ya borçlu. Tabi ezeli rakip Flamengo şampiyon olunca yaptıklarına ilgi fazla olmadı. 2010 sezonunda ise roller değişti. Flamengo küme düşmemesi yaparken, Fluminense 26 yıl sonra şampiyon oldu. Dario Conca ligdeki 38 maçın tamamında, ortalama 89 dakika oynadı. 9 gol 19 asistlik performansıyla mevkisinde Brezilya'nın en iyisi seçilmekle kalmadı, liginde en değerli oyuncusu seçildi. 26 yaşındaki Conca'nın, hiç Arjantin forması giymediği için Brezilya Milli Takımı'nda oynaması dahi gündemde. Bu seviyeyi yakalayan son Arjantinli şu sıralar İngiliz basınının sayfalarından inmeyen Carlos Tevez olmuştu. Dario Conca'nın rol modeli de aslında Carlos Tevez'den başkası değil. 3 sene önce kiralık olarak Vasco de Gama'ya transfer olduğunda ilk demeci "Tevez herkese Brezilya'da nasıl başarılı olunacağını gösterdi" idi. Doğru, fakat eksik. Carlos Tevez'den önce Brezilya'da efsaneleşen, şampiyonluklarda başrolü oynayan Arjantinliler var.

Filmi başa saralım.




Brezilya'da profesyonel futbol oynayan ilk Arjantinli kim ? sorusunun cevabını resmi olarak bilmemekle beraber, arşivlerde bulabildiğim en eski kayıt "
Agustin Valido" ( resimde oturanlar sırasında soldan 1. ) ismini işaret ediyor. 1914 Buenos Aires doğumlu. Boca Juniors formasıyla şampiyonluk yaşamış, 3 sene Lanus formasını terletmiş bir forvet oyuncusu. 1937 yılında Arjantin'de özlük hakları için isyan eden ve dışlanan futbolcularla birlikte, Becar-Varella isimli karma bir takımın bünyesinde Brezilya turuna çıktıklarına birçok Arjantinli'ye Brezilya'da kariyer yolunu açtığının farkında değildi elbet. 7 Temmuz 1937'de Flamengo ile oynadıkları ve 4-2 kaybettikleri maçta attığı gol ile Flamengo yöneticilerinin dikkatini çekti ve kırmızı siyahlılarla profesyonel sözleşme imzaladı. 7 senelik Brezilya kariyerinde 143 maçta 45 gol attı. Flamengo bir ilki gerçekleştirerek Rio Eyalet Ligi'nde 1942-43 ve 44 yılında 3 kez üstüste şampiyon olurken Valido, takımın değişmez parçalarından biriydi. O şampiyonlukların en önemlisi ve Valido'nun efsaneleşmesini sağlayanı ise 1944 sezonunda kazanılanıydı.





Flamengo'nun as takımdan birkaç oyuncusu rakiplere transfer olmuş, forvet hattındaki önemli oyunculardan Peracio 2. Dünya Savaşı için kışlaya alınmış ve Valido da henüz 29 yaşındayken futbolu bırakmıştı. Takım buna rağmen şampiyonluk potasındaydı ancak ligin bitimine 3 hafta kala teknik direktör Flavio Costa kadro kuramıyordu. 38 haftalık maratonun bitimine 3 hafta kalmıştı ve fikstürde peşpeşe ezeli rakipler Fluminense ve Vasco de Gama maçları vardı. Flavio Costa son umut olarak Valido'yu geri çağırdı. Valido'nun doğru dürüst antrenman bile yapmadan çıktığı maçta, Flamengo ezeli rakibi Fluminense'yi 6-1 yendi. 3 golü Valido attırmıştı. Kötü haber ise Flu maçından hemen sonra, Valido'nun 39 derece ateşle yatağa düşmesiydi. Vasco de Gama ile şampiyonluk maçına çıkılacaktı. Valido kendisini riske atarak Vasco maçına çıktı. Maç 0-0 giderken, 86. dakikada Veve'nin ortasına rakip defans oyuncusu Argemiro'nun üzerinden yükselerek kafayı vurdu ve Flamengo'yu şampiyon yaptı. Vasco taraftarları bugün bile o pozisyonda Valido'nun dirseğini Argemiro'nun sırtına basarak yükseldiğini ve şampiyonluğun faulle geldiğini söylerler ama hatıralarda kalan, "Valido'nun dokunuşu" başlığıyla sayfalara taşınan yukarıdaki fotoğraf oldu.





Valido kadar popüler olmasa da, 1940'ların başında Flamengo'nun bu tarihi başarılarında rol oynayan bir Arjantinli daha vardı.
Carlos Martin Volante yıllarca Arjantin, İtalya ve Fransa'da top oynadıktan sonra,1938 yılında geleceği belli olan 2. Dünya Savaşı'nda Avrupa'yı terketmek için çıkış yolu arıyordu. Fransa'da düzenlenen 1938 Dünya Kupası'nda Brezilya Milli Takımı kafilesine masör olarak katıldı. Turnuvadan sonra da başta memleketlisi Valido olmak üzere, takımdaki Flamengolular Domingos ve Leonidas'ın referansıyla Flamengo ile sözleşme imzalayarak Brezilya'ya geldi. 1942 ve 43 şampiyonluklarında ortasahanın önemli oyuncularından biriydi. Futbolculuk kariyerinden sonra teknik direktör olarak da Internacional ve Vitoria'da çalıştı.




Valido ve Volante'nin yaptıklarının yankısı sadece Rio ile sınırlı değildi, ülkenin büyük eyaletlerinden biri olan Sao Paulo'ya kadar ulaşmıştı. 1931 yılından beri hiçbir şey kazanamayan Sao Paulo kulübü 1942 yılında yüzünü Arjantin'e çevirdi. Independiente ikonlarından biri olan, Arjantin milli takımı ile 2 kez Copa America şampiyonluğu yaşamış Antonio Sastre'yi transfer ettiler. Valido'dan farklı olarak Sastre dönemin futbolu için dede sayılırdı. 32 yaşındayken Sao Paulo'ya imza attığında eyalet basını bu transferi, Sastre'nin isminde küçük bir oynama yaparak "felaket" anlamına gelen "DeSastre" kelimesiyle manşetlerine taşıdı. Brezilya basınına attığı ilk tokat Portguesa maçında attığı 6 gol oldu, ki bu hala Sao Paulo kulüp rekorudur. 1942 yılında Sao Paulo, eyalet liginde şampiyon olamadı ama bunun için fazla da beklemediler. Valido'nun Flamengo'da yaptığı etkinin aynısını Sastre, 1943-46 yılları arasında Sao Paulo'yu üstüste 3 kez eyalet şampiyonu yaparak yarattı.


Valido'dan farklı olarak Sastre'yi özel yapan dönemin taktik olarak değişen futbolunun öncü futbolcularından biri olmasıdır. Efsane teknik direktör Karl Rappan'ın oyuncuların oyun içerisinde yer değiştirebileceği teorisinin uygulayıcılarından biriydi. Savunmadan forvete kadar oyundaki her mevkide oynamıştır. Gelmiş geçmiş en yönlü oyunculardan biridir. Kaleye bile geçtiği rivayet edilir. Sao Paulo'nun teknik direktörü Osvaldo Brandao belki de bu yüzden "o bize futbol oynamayı öğretti" demiştir. Başkan Pedroso ise "futbol için bir Nobel ödülü olsaydı, bütün Brezilya kesinlikle Sastre'ye oy verirdi" diyerek övgüyü abartmıştır ama samimidir. Sastre, 1987 yılında Buenos Aires'te öldüğü zaman tabutunda Sao Paulo bayrağı vardı. Morumbi Stadı'nda da büstü bulunmakta. Arjantin ise Di Stefano ve Maradona'nın gölgesinde kalan değerini geç de olsa teslim ederek, geçtiğimiz yıllarda adını AFA Hall of Fame'e dahil etti.

Etiketler: ,

21 Aralık 2010 Salı

Bir Reklamın Anatomisi


İSMAİL ŞAYAN


Sessiz, sitemsiz almıştı Athletic Bilbao ilk forma reklamını. Yalnızca Barcelona kaldı derken akla en son gelecek yerden, İngiltere’den gelen haber şaşırtıcıydı. Bir Amerikalı’nın sahip olduğu Aston Villa, 2008 Temmuz’unda “toplumdan aldığımızın bir kısmını topluma geri vermemiz gerektiğine inanıyoruz” açıklamasıyla formasında “Acorns Children’s Hospice” isimli hayır kurumunun reklamını bedelsiz taşıyacağını duyuruyordu. Kuruma yapılan diğer yardımlar da sürecekti. İki yıl direnebildiler ve bu sezonun başında onlar da rutine döndü sessizce. Tek istisna olan Barcelona, formasında taşıdığı Unicef logosu karşılığında kulübün yıllık futbol gelirinin binde yedisi oranında ödeme yapıyordu. Geçen hafta onlar da 1 Temmuz 2011’de başlayacak olan ilk yıl en az 45, sonraki yıllar en az 30’ar milyonluk yeni forma reklamı anlaşmasını duyurdu. Haberle birlikte sanal alemde nur topu gibi bir Katalan-Kastilyan savaşımız oldu. Ortalık ne sessizdi ne de sitemsiz.


Barcelona genel kurulu, forma reklamı konusunda yetkiyi 2003’te yönetim kuruluna devretmiş, başkan Laporta forma reklamı için bazı görüşmeler yapmış, sonra konu rafa kaldırılmış, alınan yetki kullanılmamıştı. O gün elbet gelecekti ama Rosell hızlı çıktı. Yedi yıldır buzdolabında olan yetkiyi, görevde altı ayı doldurmadan kullandı.


Barcelona’da bir süredir tuhaf gelişmeler vardı. 6 Temmuz’da Rosell, Laporta’nın başvurusunu yaptığı 150 milyonluk kredi için anlaşmaya yakın olduklarını açıklarken Laporta yönetiminin planladığını iddia ettiği üyelik aidatı ve bilet zamlarının yapılmayacağını müjdeliyordu. İlginç bir detay vardı açıklamada: Mediapro’dan yayın hakları için Real Madrid’in yaptığı gibi yazılı bir garanti alınmamıştı ve ödemelerdeki aksamaya karşın, sözlü garantilerle vaziyet idare ediliyordu. Bu arada Fabregas transferi hikâyesinin peşinde olan BBC, 7 Temmuz’daki haberinde kulübün oyunculara Haziran maaşlarını ödeyemediğini duyururken, 10 Temmuz’da geçtiği haberde bombayı patlattı: Genel kurulda açıklanan gelir giderle, Deloitte denetiminde şekillenen arasında ilk verilere göre büyük bir fark var.


14 Temmuz’da 155 milyonluk kredi anlaşması yapıldı. 27 Temmuz günü yeni yönetimin mali işler sorumlusu Javier Faus; önceki yönetimin genel kurulda verdiği rakamların gerçeği yansıtmadığını, denetim sonucuna göre gelirin 446 değil 409, giderin 429 değil 478 milyon olduğunu kulüp resmi sitesinden duyurdu. Ortada kâr değil, büyük zarar vardı. Faus; kulübün likidite sorunu olmadığını, ödemesi peşin yapılan David Villa transferinden sonra bile 89 milyon € transfer bütçeleri olduğunu vurguladı. Genel kurulda üyelere yalan söylenmişti ancak Faus dahi Laporta yönetiminin hesaplarda bir oynama yapmadığını kabul ediyordu. Faizlerle birlikte ortaya çıkan rakam ise 89,1 milyondu: Mes Que un Fark(!)



Rakamlarla kafa şişirmeyelim. Fark değerlemelerde. Kulübün kasasını doğrudan etkilediğini söyleyemeyiz. Sogecable ile süren yargı sürecindeki anlaşmazlığın karşılığında nasıl bir değerleme yapılacağı(fark 38 milyon), gayrimenkul değerlemeleri, Henry’nin ayrılışı ile ortadan kalkan yıllık ücretinin hangi mâli yıla dahil olması gerektiği konuları farkın dörtte üçünü oluşturuyor. Peki kredibilite ve nakit akışı yaralanmadığı halde, kağıt üzerindeki fark yüzünden neden patırtı kopuyor? Çünkü Diyojen elinde feneriyle bile arasa iyi niyet bulamaz. Aynı rakamlarla Laporta pembe bir tablo çizebilmek için elinden geleni yaparken, Rosell her yeni yöneticinin en eski ezberi olan “enkaz devraldık” edebiyatının uç noktalarında geziniyor. İki taraf da yorumunda rakamları olabildiğince kendi önüne çekiyor. Unutmadan, kulüp sitesindeki haber ışığında şunu ekleyelim: Yıllık gelirin üçte birini oluşturan bir konuda yazılı garanti almamak, mes q… düpedüz saçmalık işte.


Rakamların detaylarını tam bilmesek de borç konusunda Rosell’in felaket tellallığı yaptığı açık. Faus, muhasebe sistemini sonuna kadar sömürerek konabilecek en tuhaf kıstası koyup rakamı olabildiğince büyük göstermeye çabalıyor. Faust(!)un ortalığı velveleye verdiği brüt 552 milyonu diğer kulüplerle karşılaştıralım: Rakam Real Madrid için 700, Liverpool için 600 milyon civarındayken Man Utd için 1,1 milyar. Ayrıca andığımız kulüplerin bu düzeydeki borçlarında birincil derecede önemli olan boyutu değil… vadesi(valla bak). Bu örnekleri baz alırsak Liverpool’un borcu, kısa vadesinden ötürü United’ınkine kıyasla çok daha büyük bir sorun. Net borç ayrı terane... Britanya tanımına göre net borç 20 milyon. İspanyol tanımı çekebildiğin kadar uzuyor. Uefa tanımına göre tam rakamı vermek, diğer kulüplerle tüm borç ve alacak ilişkilerini bilmeyi gerektirdiğinden mümkün değil, tahmini 75. Her ne kadar Barcelona’nın gelirinin, ödemeleri çekip çevireceği görülse de borçlarda artış olduğu yadsınamaz. Ve borç, hedeflenen gelirin üzerine çıkıldığı halde artmış. Çünkü sorun giderlerde. Ayrı bir yazıyla ele almayı planladığımız ve tüm kulüpler için mutlaka üzerinde durulması gereken bir konu, meselenin can alıcı noktası:




2009’da
Aceto Balsamico için Deloitte Football Money League çerçevesinde Barcelona’yı yazarken Laporta’nın ücretler konusundaki tutumunu övmüştük. Yaptığı ilk işlerden biri kadronun yıllık maliyetinin kulüp gelirine oranını rayına oturtmaktı ve 2003’te aldığı çivisi çıkık %89’u, iki yılda %53’e kadar düşürmüştü.


Laporta’nın kontrolü bu noktada kaybetmesi tuhaf, düpedüz kendini inkâr etmiş. Akıl alır gibi değil ama ücretler 5 yılda %139 artarak kulübün gelir artışını hiç etmiş. Maaşların gelire oranı %68’e ulaşmış durumda. 2005 yılında 110 milyon olan ücretler 2010’da 263 milyona fırlamış ve 208 milyondan 387 milyona ulaşan faaliyet gelirinin -DFML kulüpleri birincisi- muhteşem artışının %85’ini emmiş. Barcelona’nın 263 milyonuna karşılık Real Madrid’in tahmini maaş giderinin 190 milyon olması durumun vahametini daha iyi anlatıyor. Üstelik İspanya’da vergi %23 iken verginin %50 olduğu İngiltere’de maaş/gelir oranı Arsenal için %46, United için %44 seviyesinde(aynı vergi uygulanırsa Barcelona için oran %83 oluyor). Meredith’in 103 yıl önce başlattığı isyanın geldiği yere bak!


Barcelona bu gidişatı değiştirmezse Avrupa Kupaları dışında kalmaya adım adım gidiyor demektir. 2012’den itibaren UEFA, “Platini Kriterleri”(ki hikayesi ayrı bir yazı konusudur) çerçevesinde bu oranın %70’i aştığı kulüplere Avrupa Kupaları’na katılım izni vermeyecek. Guardiola’nın kalmasını istediği halde gönderilen “sessiz Ukraynalı”(Chygrynskiy Memedali Beey) ve İbra’nın ücretinden -satış zararlarını da sineye çekerek- kurtulmak, hatta İbrahimovic’in(geçen sezonki yıllık maaşı 12, vergisi 3, primlerle toplam maliyeti 19 milyon) satışını ilginç bir anlaşmayla yapmak da yeterli olmayabilir.


Şunu da belirtelim: Kulüp, 2003’teki yeniden yapılanmada ücretlerin kabaca üçte birini performans eksenine oturtmuştu. Başarısızlığa karşı alınan bu tedbirin yararı da görüldü ancak ilginçtir, işin zıt yönü pek hesaplanmamış. Hedeflenen gelirin fazlasına ulaşılmasına karşın, kupalar toplandıkça bol keseden primlerle şişen ödemeler “kendi başarısını yönetememe” vakasına yol açmış. Yine de Jeep tatsızlığı çıkmaması iyi bir şey ama...



Ortada Rosell’in “avizelerimiz mavizelerimiz her şeyimiz eksik” demesini gerektiren bir tablo yok. Laporta döneminde mâli açıdan geriye gidildiği de söylenemez. Ancak bazı ciddî sorunlar olduğu kabul edilmeli. Ücret ve prim ödemelerinde şiraze kaymış. Doğru teşhis ve doğru tedaviyle başlayıp, rahatlayınca ipin ucunu kaçıran bir cömertliğe bürünmesi, “aşırı doz Katalan milliyetçiliği” eleştirilerini de göz önüne alırsak Laporta’nın biraz kendi politik geleceğine de yatırım yapmış olabileceği akla gelmiyor değil.


Yetki 2003’te kullanılsaydı rakam bu düzeye çıkmayabilirdi. “Bundan iyisi Doha’da kayısı” düşüncesiyle eldeki iyi teklif değerlendirilmiş veya görkemli El Clasico zaferinin ardından tepe noktanın bulunduğu düşünülmüş olabilir. Bitmeyen şarkı Fabregas veya başka bir hamle için manevra alanı genişletilmeye çalışılmış da olabilir. Forma reklamı ne “olmazsa olmaz”dı ne de gereksiz. Elini uzatıp ortada duran parayı almayı yeğledi Rosell.


Yine vurgulayalım, geçmişte örneklerini de gördük ki ücretler belli bir noktayı geçtikten sonra geri dönüş çok zor. Şu ana kadar üretilebilmiş yegâne çözüm ise kadroyu yeniden yapılandırmak. Rijkaard dönemi Barcelona’sı ve ücret indirimi ile istediğini tam elde edemeyip bu yola giren Borussia Dortmund ilk akla gelenler. Bölüm sonu canavarına yenik düşenler arasında ise geçmişten Leeds, yakın dönemden Portsmouth sayılabilir.



Diğerleri Ballon D’Or(Altın Top) kazananları satın almak zorundadırlar, biz ise yaratırız. Bizimki bir altyapı sistemidir, Real Madrid’inki cüzdan” demişti Laporta… Kadroların yıllık maliyetlerini karşılaştırınca “Abi, bir daha düşünün isterseniz” diyesi geliyor insanın. Arada ekonomik kriz dünyayı sallamışken, Guardiola ile lig şampiyonu olup ŞL yarı finalinde elenen kadroya, Rijkaard ile lig şampiyonu olup ŞL kazanan kadrodan %61 daha fazla ödendiyse ve ikisi arasındaki süre yalnızca dört yılsa, şapkayı önünüze koyup düşünmenin vakti gelmiş de geçiyor demektir. Şu “kadroyu yeniden yapılandırma” lafı da seni heveslendirmesin Jose, şimdilik daha çok çalışmaktan başka çaren yok…


Not: Yapımda ve yayında emeği geçen BBC, The Swiss Ramble, Deloitte arşivi ve Barcelona resmi sitesi başta olmak üzere tüm kaynaklara teşekkürü borç biliriz.

Etiketler: ,

20 Aralık 2010 Pazartesi

Zubeldia'dan Önce ve Sonra Futbol



Elmanın ilk yarısı ile başlayalım:

"Arjantin futbolu ikiye ayrılır…"

Yıl 1986. Maradona ve arkadaşları Arjantin’e ikinci dünya kupası zaferini yaşatmış. Bu sözleri söyleyen Carlos Pechema da o takımın teknik direktörü olan Bilardo’nun yardımcısı. Elmanın ikinci yarısı şöyle:

"Zubeldia’dan önce ve Zubeldia’dan sonra."

Vitrinde Maradona ve 3-5-2 var ancak Pechema geçmişe dönüp hocasını anıyor. Meksika’ya giderlerken kimsenin uğurlamadığı takımın teknik patronu Bilardo da tıpkı Estudiantes ile kazandığı 1982 şampiyonluğu gibi dünya kupası zaferini de “bildiğim her şeyi O öğretti” dediği Zubeldia’ya ithaf etmişti. İngilizlerin nefret ettiği, İtalyanların pek sevmediği, bizde neredeyse hiç bilinmeyen Zubeldia o kadar çok yenilik getirmiştir ki, sevmeyenlerince bile yapılsa “futbol tarihinin en önemli teknik adamları” listesinde her zaman üst sıralarda yer alır.



Velez Sarsfield, Boca Juniors, Atlanta ve Banfield formalarıyla geçen dönemin ardından 1965 yılında, 38 yaşındayken, küme düşmüş Estudiantes’in teknik direktörlük koltuğuna oturur. İlk sezonda birinci lige döner, ertesi sezon şampiyonluğu Buenos Aires dışına çıkaran ilk teknik adam olur. Boca Juniors, River Plate, Racing Club, San Lorenzo ve Independiente beşlisinin(Cinco Grande) tekelini kırmış, Chacarita Juniors ve Velez Sarsfield başta olmak üzere diğer “küçük”lerin de yolunu açmıştır. Ertesi yıl Copa Libertadores’i de ekler kupalara. 1969 ve 1970’te de kazanıp bu başarıya üst üste üç kez ulaşan ilk takım olarak yine tarihe geçerler. Zubeldia ise teknik adam olarak ilk ve hâlâ tek. 1968’de, La Bombonera’daki 1-0’ın rövanşında fark bekleyen İngilizlere karşı, Juan Sebastian Veron’un babası Juan Ramon Veron’dan gelen kafa vuruşu Old Trafford’u sessizliğe gömer. 1-1’lik skorla Kıtalararası Kupa da katılmıştır koleksiyona. Ertesi yıl Nereo Rocco’nun Milan’ına, sonraki yıl Ernst Happel’in Feyenoord’una kaybederler.




Zubeldia, takımın yıldızının takım oyunu olduğu bir ekibi yaratan ilk teknik direktördür denebilir. Takımında her oyuncunun özel bir rolü vardır ve dakik bir biçimde uygulanmalıdır. Bütünün, parçaların tek tek toplamından çok daha büyük olması gerektiğinin farkındadır. Arrigo Sacchi gibi “Eğer organize değilseniz, 10 kişi bile olsanız organize olmuş beş kişiye gol atamazsınız” deyip uygulamalı ispatı için topu oyuncularının önüne fırlatmış mıdır bilemiyoruz ama “birlik bizim gücümüzdür” düsturunu oyuncularına da kulübüne de aşıladığını biliyoruz.

Dönemin basını, “laboratuar gibi” diyerek tanımlamış Estudiantes’in antrenman sahasını. Bugün bize ilkel bile gelebilir ama o yıllarda “zamanının ötesinde” olduğu kesin. Sırrı, biraz da o güne kadar pek kimselerin üzerinde durmadığı detaylara odaklanmasında belki. Takımına düzenli olarak “duran top” çalıştıran ilk antrenör olarak gösterilir. Çalışılmış frikik varyasyonları onlarla başlar. Korner atarken rakip kaleciyi önüne bir adam dikip perdeleyerek hareket alanını kısıtlamak da Zubeldia’dan çıkmış bir fikir. Bilardo’nun “finalde iki korner golü yemelerinin, Zubeldia’nın öğrencisi olarak canını özellikle sıktığınısöylemesi, boşuna değil. “…(finalin son dakikalarında)Hatırladığım, çoğunlukla Zubeldia’yı düşündüğüm. Biri omzuma dokundu, Beckenbauer tebrik ediyordu. Kutlayamıyordum çünkü iki kafa golü atmalarına inanamamıştım. Soyunma odasına indiğimde devlet başkanımız Alfonsin de oradaydı, kendisiyle konuştuk. …Otele gittim. Tüm oyuncular gerçekten mutluydu, bense kendimi bir odaya kapattım. Kornerden yediğimiz iki gole çok kızmıştım.




Gerek oyun içinde, gerek rakip serbest vuruş kullanırken savunmanın ani öne çıkışlarla rakibi ofsayt tuzağına düşürmesi yine Zubeldia’nın futbola kattıklarından. Basketbolda “Yugoslav Faulü” olarak adlandırılan, futbolda başlangıçta pek hoş karşılanmayıp “antifutbol” etiketi yapıştırılsa da günümüzde her takımın uyguladığı; rakibi, tehlikeli olabilecek karşı atağı başlatamadan durduran fauller de Zubeldia ile taktiklerin parçası olur. Eski hakemleri, oyuncularını kurallar hakkında eğitmeleri için tutar. “Kural kitabındaki boşlukları” anlatmalarını istediği iddia edilir. Tek oyuncuya iki kişi ile adam markajı uygulaması da Zubeldia’ya atfedilenlerden.

Çağdaşları ve kendisinden öncekilerden farklı olarak rakiplerinin yalnızca maçlarını değil, antrenmanlarını da bizzat izler. Ancak Zubeldia’nın notları, Sepp Herberger’in meşhur defterinden biraz farklıdır. Rakip oyuncuların özel hayatlarına ait bilgiler de yer alır defterde. Mourinho da bir dönem yapmakla suçlandığı gibi, bu bilgiler maç içinde rakibi kışkırtmak için kullanılacaktır. Rakibin oyununa, kendisinden önce rastlanmayan özel bir ilgi gösterir ve detaylı karşı taktikler geliştirir. Bizde, nedense herkesin mutlaka öncelikle yapması gereken şey olduğu düşünülen “rakibe göre kadro yapmak ve oynamak” ekolüne giden yolun yaratıcısıdır denebilir. Bunun için takımına özel antrenmanlar yaptırır. Belirtmeden geçmeyelim, futbola “günde çift idman” uygulamasının da Zubeldia ile girdiği yazılıdır birkaç yerde. Herkesin kendi takımının oyunuyla ilgilendiği bir futbol devrinde rakibin yaptıklarına verdiği önem, O’nu Mourinho ve Benitez gibi taktisyen yönü öne çıkan teknik adamların atası yapar.

Takımları her zaman son derece sert ve saldırgandır. O’nu sevimsiz kılan bir yönü de takımlarının “sertlik” konusunda hiç çekingen davranmaması. Maçlarında kaş açılmaları, kafa yarıkları, burun kırıkları adettendir. “Bu maç karakolda biter” lafını sıkça söyletmiş olabilir(Gerçekten de karakolda biten, soyunma odasından toplanıp gözaltına alındıkları bir maçları vardır, bir ara ayrıca anlatırız).



1970, dört yıllık molanın başlangıcıdır. Dönüş, San Lorenzo’nun başında ve yine şampiyonlukla olur. Racing Club macerasının ardından soluğu Kolombiya’da alır. 1976 ve 1981’de şampiyonluk görür. 17 Ocak 1982 günü, 54 yaşındayken bir kalp krizi sonucu Kolombiya’da hayatını kaybeder.

Kimileri pek sevmese de, kimileri makyavelizmi futbola sokmakla suçlasa da Zubeldia’nın, “teknik direktörlük” mesleğine ve futbola kattıkları inkâr edilemez. Birçok yeni uygulamayı başlatmış, pek çok noktada rutinin dışına çıkıp yeni ufuklar açılmasını sağlamış, kendisinden sonra gelenlere yüklü bir düşünsel miras bırakmıştır.

Başlangıç için O’nu seçtik. Belki Estudiantes’teki öğrencilerinden Carlos Bilardo ve Raul Madero’nun Buenos Aires Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu olmalarının da etkisiyle, futbolcuların maçtan önce ısınmaları da Osvaldo Juan Zubeldia ile başlamıştır. Bizim ısınmamız da öyle olsun.

İSMAİL ŞAYAN

Etiketler: ,