Hangi konu olursa olsun, ister magazin, ister siyaset, ister ekonomi, isterse spor, sayemizde hepsi dünya üzerinde ahiret sınavı geçiriyor; ipte yürüyor. Geçiyoruz ipin iki kenarına üflüyoruz da üflüyoruz, öbür tarafa düşsün diye. Çünkü derdimiz çözüm bulmak değil, sorundan kurtulmak. Sorundan kurtulmanın en kısa yolu ise onu sahiplenmemek, sorumluluğundan kaçmak, mümkünse karşı tarafa atmak. Kesinlikle çözmek değil, Allah korusun!
Tarafız, hepimiz. Tarafsız olmak demek bertaraf olmak demek, önemsenmemek, dinlenmemek demek. Çünkü "benim dediğimi diyorsan haklısın", aksi takdirde aynı tarafta değiliz, bazen "ben de sendenim" desek bile. Ayrıca bizdeki anlayışla tarafsızım dediğin anda bile tarafsın, çünkü "benden taraf" değilsin. Ve "benden" değilsen zaten "karşıdan"sın. "İlk taşı hiç günahı olmayan atsın" diyen yok.
Fenerbahçe – Galatasaray maçında Keita'ya atılan suyu Ali Sami Yen'de atılanlarla karşılaştırıyoruz. Karşılaştırma tonaj üzerinden. Üzerinden bir kaç gün geçmeden Abdi İpekçi'de iki takım karşılaşıyor. Yine olaylar. Galatasaraylı yönetici geçen senenin final son maçıyla karşılaştırıp ölçeklendirirken "daha hafif" diyor. "Nasıl yani??" dememize fırsat bulamadan Fenerbahçeli yönetici "saha içinde bench'teki bir oyuncuya saldırıldığını ilk kez görüyorum" diyebiliyor. Kör müydünüz, aklınız mı başınızdan gitmişti, yoksa daha fenası, bizi mi kör veya gerizekalı bellediniz? Pazar yerine dönen parkelerin açıklaması, özrü bu mu?
Daha önemlisi, bu demeçleri yorumlamak için hangi taraftan olduğunuzun önemi var mı?
X stadda sahaya bir seyirci giriyor (her nedense bu sahaya girenlerin ortak derdi "gol olmak"tır, kendisini top mu sanıyor bu insanlar?). "Tüm camiaya mal etmeyelim" deniyor. Tüm camianın sahaya dalması bekleniyor önlem almak veya ceza vermek için. Ne olursa olsun münferit. Bireysellik zihniyeti az gelişmiş bir toplum olmamıza rağmen büyük gelişme!
Hiçbir olay ilk değil. Ne sahaya saldırılar ilk, ne oyunculara, ne teknik kadrolara, ne yöneticilere. Hele ki Fenerbahçe Galatasaray rekabetine bakacak olursanız ta 25 Mayıs 1913 senesinde oynanan bir maçın 80. dakikada çıkan olaylar nedeniyle yarıda kaldığını görürsünüz. 1916'da bir maç daha yarım kalıp sonradan tamamlanıyor. 1923'te bir daha. 1924'te bir daha. 1927'de saha içinde iki takım oyuncuları birbirine giriyorlar maç oynanırken, maç yine yarım kalıyor. Sonra her nasılsa 12 sene hiçbir maç yarım kalmıyor ama 1939'da "adet yerini buluyor" ve yine yarım kalıyor. 1943'te Dostluk Kupası maçında yine kavga çıkıyor. Tekrar yazayım; DOSTLUK KUPASI maçında!!!
Bugün artık iki takımın "Dostluk" kelimesiyle birlikte anılması gittikçe imkansızlaşıyor, zaten tarafların da böyle bir beklentisi yok. Her iki camianın da kendince geçerli nedenlerle diğer takımı ötekileştirmesinin bundaki payı büyük. Üstelik daha önceki bazı yazılarımda belirttiğim gibi, bizdeki takım tutma temellerinde öyle bir ötekileştirmeye temel olacak sosyal ayrımlar olmadığı halde. Ama gerek tribünde gerekse "dost meclisleri"nde, maskelerin olmadığı ortamlarda nelerin yapıldığı, nelerin söylendiğini herkes biliyor. Değilmişiz, demezmişiz, yapmazmışız gibi yapıyoruz ama yalan. Bu yalanı bile o ötekileştirmenin parçası yapıveriyoruz çünkü işimize öylesi geliyor, bundan bile kazanç beklentimiz var.
Bu cümlelerde "biz" dediğimi taraftar olarak düşünmekle kalabilsek, en azından taraftarlığın mantık dışılığına sığınıp "bu iş zaten böyle" diyebileceğiz, çünkü bunun bir noktadan sonra milliyetle, ırkla hatta sosyal statüyle filan da alakası yok. Gerçekten taraftarlığın getirdiği renk süzgeçleri böyle çalışıyor, bunu inkar eden taraftarı da dünya üzerinde bulmak zordur. Ama aynı zihniyetin profesyonel sporcular ve onları yönetmekten sorumlu yöneticilerde de varlığını görünce mide bulantısı, kusma isteğine dönüşüyor. Sürekli o ipin iki yanına geçip nefes yarıştıran iki camianın dün yaptıkları da bundan ibaret, kusmuk karşılaştırması.
Sporcu ve yöneticilerden nasıl davranmalarını beklediğimiz noktada onları en fanatikten daha fanatiğe iten ise yine biziz. Ancak bana göre bizim beklentilerimizin üstüne çıkıp gerçek anlamda sorunu çözülebilir hale getirmesi gerekenler yine onlar, orada olmalarının onlara yüklediği görev ve sorumluluk bu. Asgariyle yetinmemeyi görev edinmeliler ama zahmet etmiyorlar. Popülizm peşinde koşmadan, yani kolaya kaçmadan olaylara eğilmesi gerekenler camialarına yaranmak için hep kestirmenin peşindeler. O kestirmeler de camialarında daima kabul görüyor. Kırılması zor, hatta artık kronikleşmesiyle imkansız gözüken bir kısır döngü.
Bir sorunu görmekle çözmek arasındaki süreç basit değildir. Niyet ister, azim ister, sabır ister. Tarihimizde çeşitli yer ve zamanlarda bunların hepsini gösterebilmişliğimiz var. Ama istemek lazım ve görünen manzarada olayların tarafları içindekilerden hiçbiri bunu çözmek isteğinde değil. O zaman da Sami Yen'deki ve Abdi İpekçi'deki ikinci maçlarda neler olacağını sıkışmış kalplerle beklemekten başka da yapabilecek bir şey yok.